Şimdi yükleniyor

Kitap ve Kilise Yakanlar

sami yaman 100

Kitap ve Kilise Yakanlar

Uygarlık, insanlığın ulaştığı üstün yaşama düzeyidir. Bu düzeye, insanla ve insanlıkla ulaşılır. Her şeyin temel unsuru insandır. Her şey onunla başlar. Nitekim Mevlânâ, bu bağlamda, insanlığı tuhaf bir macuna benzetir ve şöyle ifade eder: “İyi yaparsan iyi, kötü yaparsan kötü olur.” Martine Luther de, “Her insan, meyvesiyle tanınır.” diyor. Demek ki uygar olmak; çalışmak, üretmek ve insanlığın gelişimine katkıda bulunmak demektir. Bunun koşulu ve güvencesi olarak da insanların düşünce ve inançlarına saygı duymak demektir. Yoksa insanların kutsallarına, inanç ve özgürlüklerine saldırmak demek değildir. Hele de, uygar olduğu ileri sürülen bir coğrafyada, 21. yüzyılda, hem de polis gözetiminde, dünya genelinde milyarlarca mensubu bulunan bir dinin; Müslümanlığın kitabını yakmak hiç değil. Bu noktada söyleyeceğimiz o kadar çok söz var ki yazsak; sayfaları, kitapları, ciltleri doldurur. Şu var ki sözün makbulü kısa olanıdır. Bu nedenle söyleyeceklerimi elden geldiğince kısa tutmaya çalışacağım.

Öyle görünüyor ki kitap ve kilise yakan bu sapkınlar; tarihi, tarihten ders almayı, uygarlığın temelinin “hoşgörü” olduğunu henüz öğrenememişler. Kendi uygarlık çevrelerinde zaman zaman verilen öğütlere de pek kulak asmamışlar. Hep bilgisiz kalmışlar. Bilindiği gibi bilgisi olamayanın ilgisi de olmaz. Nitekim de İslam’ın kitabını yaktıklarına göre kendi kara ve karanlık dünyalarında Orta Çağ’ın Haçlı zihniyetine kapanıp kalmışlar. Öyleyse, insanlık adına, uygarlık adına onlara bazı dersler vermek gerekiyor. Kuşkusuz, içte ve dışta gereken tepkiler anında ve gereğince ortaya konulmuştur. Ben de aklımın erdiğince ve dilimin döndüğünce bu konuda bazı dersler vermek; söylenenlere, yazılanlara katkılarda bulunmak istiyorum.
Aydınlanmanın ötesinde, bir aydınlık çağda yaşıyoruz. Bu çağ, ilerleme ve yükselme çağıdır. Bilmek gerekir ki böyle bir çağ, kendine uymayan kara ve karanlık zihniyetleri ezer. Çünkü “Güneş gelince gölgeler silinir.” denilmektedir. Gerçekten de anlamlı ve yerinde bir söz. Tam da yazımızın mesajıyla örtüşüyor. Sözün, konumuzla bağlantısını şöyle bir örnekle açıklayabiliriz: Metruk bir binada loş, nemli bir odaya girdiğinizde ışığı açar açmaz, orayı işgal etmiş olan sayısız kara böcekler görürsünüz. Bunlar ışığı görür görmez hızla kaçışmaya, buldukları en yakın kara deliğe doluşmaya başlarlar. Işık kararınca da yeniden ortaya çıkarlar. İşte, günümüzde kitap yakanlar ve kilise yıkanlar, yaşam tarzları bakımından aynen bu kara böceklere benzemektedirler. Öyleyse, tarihi, tarihten ders almasını, uygarlığın temelinin “hoşgörü” olduğunu bilmek gerekiyor. Çünkü tarihten ders almasını bilmeyenler, onun hükmünden kurtulamazlar. Başka bir ifade ile “Tarihini bilmeyen milletlerin coğrafyalarını başkaları çizer.” diyebiliriz.

Hiç olmazsa, yaşanılan uygarlık çevresindeki söylenenlere, uyarılara kulak vermek gerekir. Bunlardan birkaçını onlara hatırlatalım:
Voltaire, “Tarih; kralların, generallerin çiftliği değil, ulusların tarlasıdır. Her ulus, geçmişte bu tarlaya ne ekmişse gelecekte de onu biçer.” diyor. Ünlü İngiliz Devlet Adamı William Churchill de, “Ne kadar geriye bakarsanız, o kadar ilerisini görebilirsiniz.” diyor. Arthur Helps, “Hoşgörü, uygarlığın biricik sınavıdır.” demektedir. Victor Hugo da, “Höşgörü, en iyi dindir.” demiştir.

Görüldüğü üzere, yukarıdaki sözlerin hiçbiri, bir din kitabını yakmanın çağdaş ve uygarca bir davranış olduğunu içermiyor. Aksine, tarihin, tarihten ders almanın önemini ve hoşgörü anlayışının değerini vurguluyor. Çünkü uluslar, tarih sahnesindeki varoluş sürelerini, başka uluslarla kurdukları dostluk bağlarına, hoşgörü anlayışlarına ve bu yönde sergiledikleri sağgörülerine (basiret) borçludurlar. Aslolan, doğru zamanda ve doğru zeminde doğru adımlar atabilmektir. İkilemlere, ayrılıklara ve hoşgörüsüzlüklere düşmemektir. Bu sağgörüyü gösterebilmektir. Çünkü doğru adımlar insanlığı hep ileriye, yanlış adımlar da hep geriye götürmüştür. Sağlam yürüyüş, ikilemsiz yürüyüştür. Nitekim tarihin kaydettiği bütün büyük olaylar, hep bu doğru-yanlış ikileminin neden olduğu iniş ve çıkışlardan doğmuştur. İşte tarih, bunun için büyük bir ibretler aynasıdır. Bunun için tarihten ders almak gerekmektedir. Çünkü tarih; bize geçmişin bütün sahnelerini, dekorlarını, doğrularını ve yanlışlarını gösterir. Nitekim 15. yüzyılda Doğu Roma’nın İstanbul’u kaybetmesinin -doğrudan olmasa da- bana göre çok önemli bir nedeni, Bizans’ın kendi içindeki anlaşmazlıklar, mezhep kavgaları ve onulmaz bir hastalık gibi bütün bünyeyi sarmış olan hoşgörüsüzlüklerdir. O kadar ki, bizzat kendi içlerinden bir asilzadenin: “İstanbul’da kardinal (başpapaz) külahı görmektense, Türk sarığı görmeyi tercih ederim.” diyecek kadar ayrılıklara, hoşgörüsüzlüklere düşmüş olmalarıdır.

İşte, 21. yüzyılda, böyle bir çağda, uygar olduklarını iddia ettikleri coğrafyanın bir ucunda, İslam’ın kitabını; kısa bir süre sonra da aynı coğrafyanın ayrı bir noktasında kilise yakanlar, bütün bunları; tarihi ve tarihten ders almasını bilmelidirler. Olur ki, tarihin değişmez hükmü tecelli eder ve bir bakmışsınız beklenmedik bir anda, beklenmedik bir kader, beklenmedik bir şekilde sizin de kapınızı çalmış olabilir. Çünkü bizde, “Tarih, tekerrürden ibarettir.” diye yaygın bir söz vardır. Ey kitap ve kilise yakan sapkınlar! Bunu da bilin, bunu da öğrenin. Çünkü ışığınız yok sizin. Dolayısıyla rotanız da yok. Büyük yanlışlar yapıyorsunuz. Hep yakıyor, yıkıyorsunuz. İnsanlığa zarar veriyorsunuz. Tehlikeli sularda yüzüyorsunuz. Bunlarla yol alamazsınız, bir yerlere varamazsınız. Çağı yenemezsiniz. Bu yaptıklarınız olsa olsa bahar coşkusuyla yiğitlenen farenin dağa tos vurmasına benzer. O da fazla sürmez zaten. Dağa tos vuran fare, bir zaman sonra sersemler ve sonunda ölür. Çünkü dağ büyüktür ve güçlüdür. Çağ da böyledir. Fare ise zayıf ve cürümsüzdür. Onun, önünü aydınlatacak bir ışığı yoktur. Düşünmeyen bir varlıktır, bir hayvandır. Bu, anlaşılabilir, mazur görülebilir; fakat Tanrı’nın insan sıfatıyla yarattığı birtakım varlıkların çağa saldırmalarına ne demeli? Bunu nasıl açıklamalı? Fazla söze gerek yok, bu da günümüzün insanlık komedyası… Ey kitap yakan ve kilise yıkan sapkınlar! Çıkın mağaralarınızdan. Işığa ve insanlığa yönelin. Çağla kucaklaşın. Kurtuluşun ve insanca yaşamanın, uygar bir insan olmanın başka bir yolu yoktur.

Elverir artık, insanlığın yüzünü yere düşürmeyin. Bizim hortlaklarla uğraşmaya zamanımız yok. Haçlı oyunlarına alet olmaya da hiç niyetimiz yok. Siz kendinize bakın. Ak çağlara kara gölgeler düşürmeyin. Biz suyumuzu gür bir pınardan içeriz. Bu pınar, Yunus Emre’dir. O, bizim hem pınarımız hem sözcümüzdür. Susayınca ona koşarız. Dizeleri, çağlar boyu bütün insanlığın yanık yüreğini serinletir. Siz de ona koşunuz. Onunla tanış olunuz. Sevgi arıyorsanız, onda bulursunuz. Barış arıyorsanız, onda bulursunuz. Uygarlık arıyorsanız, yine onda bulursunuz. Çünkü o, bir şiirinde, “Sen kendin ne sanırsan / Ayruğa da onu san.” demektedir. Bunları da bilin, bunları da öğrenin.

Bu bölümü, Atatürk’ün ve Ziya Gökalp’ın şu sözleri ile bitirmek istiyorum:
Atatürk, “Uygarlık demek, af ve hoşgörü demektir.” diyor.

Ziya Gökalp da, “En iyi uygarlık, insanları birbirine sevdiren uygarlıktır.” demektedir.

Ey 21. yüzyılda kitap ve kilise yakan sapkınlar! Benim konuşurken ve yazarken sözümü bitirdiğim her yerde, dinleyicilerime ve okuyucularıma, sosyal nezaketim gereği şöyle bir içten gelerek “Hoşça kalın.” demek gibi bir alışkanlığım var. Elbet bunu saygıdeğer okuyucularıma yine aynı içtenlikle söylüyorum. Fakat bugün bunu size söyleyemeyeceğim. Çünkü kitap ve kilise yakan sapkınlara bunu söylemeye elim de dilim de gitmiyor. “Kınıyorum.” demek de öfkemi dindirmeye yetmiyor.