Şimdi yükleniyor

Göç ve Kültür: Doğrular ve Yanlışlar

ismail dogan 94

Göç ve Kültür: Doğrular ve Yanlışlar

İki bin on üç yılından itibaren dilimize bir “Suriyeli” sözcüğü girdi. Bununla birlikte göçten, göçün ülke ve topluma olan etkilerinden söz eder olduk. Bu dönem, geleneksel göç deneyimlerinden farklı yeni göç eğilimleri sunmaya uygundur. Geleceğin dünyasını, bugünün ve geleceğin toplumlarını yepyeni bir göç dalgası beklemektedir. Yaşadıklarımızı ve tanık olduklarımızı daha iyi anlayabilmek için iki bin yılındaki bir konferansın sonuçlarına dikkat çekmek isterim. “21. Yüzyıl Şehri”ni gündeme alan 4 Temmuz 2000 tarihli Berlin Küresel Konferansı, içinde bulunduğumuz yeni yüzyılda 7 milyarı aşan dünya nüfusunun 2 ile 3 milyarlık bölümünün önümüzdeki birkaç on yıl içerisinde metropollere akın edeceğinden bahisle yeni dünya tarihinin en büyük göç hareketlerine hazır olun mesajı vermiştir.

“İş Gücü Çağırdık Ama İnsanlar Geldi”

Göç; eski ile yeninin, geçmişle geleceğin, dün ile bugünün aynı hafızada savrulduğu zihinsel bir yaşam tarzıdır. Başka yerlerden gelmek, buralı değil de oralı olmak, tarihlerin ve hafızaların kesiştiği yerde yaşamaktır. Bu, tarih ve hafızaların hem ilk çözülüş ve dağılışını hem de keşfedilen yollar boyunca yeni ve daha geniş düzenlemelere tercüme edilişini deneyimlemektir. Sırf bu yüzden bir insanı bir şehirden uzaklaştırabilirsiniz ama bir şehri bir insandan çıkaramazsınız. O insanın, şehrin içinde kök salmış çocukluğunu, imgelerini ve deneyimlerini; dallarını ve budaklarını söküp atamazsınız. Göçmenleri, biyolojik bir varlık ya da psiko-motor becerilerle sınırlı ve tümüyle iş gücü, kas gücü olarak kabul edenlerin gördüklerinde ve karşılaştıklarında şaşırdıkları da işte bu gerçektir. Tıpkı ünlü Alman Yazar Max Frisch’in, “Biz, işçi gücü çağırdık ama insanlar geldi.” deyişinde olduğu gibi.

Bir televizyon programında gurbetçi bir vatandaş, Almanya’daki yaşamının hâsılasını şu cümleyle özetlemişti: “En iyisini de yapsanız yine yabancı, yine ötekisiniz.” Bu söz, göçün kendi başına masum bir hareket olmadığının gayet özlü bir açıklamasıdır. Elbette göç, masum bir olgu değildir. Bu durum göçmenler açısından olduğu kadar göç alan ülke ve coğrafyalar açısından da aynı ve benzer bir değer üzerinden çeşitlenir. Başka yerlerden gelmek, bırakıp gitmek, buralı değil oralı olmak, göçmenler için olduğu kadar onları kabul etme durumunda olanlar (toplumsal kabul) için de yeni, öteki ve farklı olandır. O nedenle göç ve kültür, etkileşimin bu iki kanadında kendi dil ve yaklaşım tarzını da beraberinde getirmiştir. Sosyolojik ve hukuki dil, göç olgusunu kavramsallaştıran iki önemli boyuttur.

Bizim Hikâyemiz: Türkiye, Türk Kültürü Deneyimi

Konuyu toplumsal tarih, güncel bağlam olmak üzere iki boyutta inceleyebiliriz.

“Toplumsal Tarih” Boyutu: Osmanlı Örneği

Osmanlı-Türk Devleti bu süreçte öykünün trajik deneyimlerine sahiptir. Osmanlıdaki göç, iki kategoride açıklama bulur: 1. Yerleşme ve Genişleme Sürecindeki Göçler 2. Toprak Kayıplarının Yol Açtığı Göçler.

15. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar Osmanlı, yeni fethedilmiş topraklar üzerinde koloni oluşturmak, toprağı işlemek ve vergi gelirlerini artırmak amacıyla aşiretleri Balkanlara ve Anadolu’ya yerleştirdi. Osmanlı Devleti, 18. yüzyılda, özellikle Rusya ile Avusturya’ya ve 19. yüzyılda da yeni oluşmuş Balkan devletleri karşısında toprak kaybetmeye başlayınca, büyük sayıda Müslüman ve Türk, modern Türkiye’nin elinde bulunan topraklara göç edip yerleşti.

Göç ve İstanbul Tecrübesi

İstanbul, göç alan illerimizin başında gelir. Bu özellik, aslında İstanbul’a tarihin getirdiği bir sonuçtur.

İç Göçün Teşviki: Türkleştirme

İstanbul fethini müteakip (1453 ve sonrası) kentin Türkleştirilmesini sağlamak amacıyla iç göç teşvik edilmiş, gelenlere çeşitli ayrıcalıklar ve kolaylıklar sağlanacağı duyurulmuştu. Buna göre Anadolu’nun herhangi bir yerinden zengin ya da fakir kim gelirse gelsin İstanbul’da oturmak üzere seçeceği ev için Şehremini’nden bir belge alıp padişahın onayına sunduğu takdirde kendisine evin tapusu verilecekti. Bu yerleşim politikası etkisini gösterdi ve İstanbul’un çeşitli yerlerine Anadolu’dan gelen ya da getirilen Türkler tarafından yeni mahalleler kuruldu. Bu durum, Kanunî döneminde de devam etmiştir. Bu dönemde konut sorunlarının çözümü amacıyla yeni mahalleler kurulmuştur.

Göçün Önlenmesi Süreci ve İlk Hamle

Göçün en yoğun olduğu dönemde Sultan III. Ahmet, Karlofça Anlaşması’nın (21 Temmuz 1718) hemen ardından bir fermanla göçü yasaklamıştır. Bu yasakta en önemli etmen, İstanbul’un 300 bini bulan nüfusunu beslemenin zorluklarıdır. Öte yandan İstanbul’un restorasyonu ve savaşın getirdiği açığı kapatmak amacıyla vergileri artıran padişah, öngörülenin aksine vergiden kaçmak için İstanbul’a gelen halkın yol açtığı yeni bir göç dalgasına neden oluyordu. Bu yeni dalga, kentte büyük bir işsiz kitlesinin varlığına yol açtı. Tarihlere göre 1730 yılında bir hamam tellağı olan Patrona Halil’in aynı adla tarihe geçen isyanına destek veren insanlar, İstanbul’un belirtilen yeni işsizlerdir.

Göçün İstanbul’da ilk ciddi tedbirleri I. Mahmut (1696-1754) zamanında alınmıştır. Padişah, ilk olarak halk üzerindeki vergi baskısını kaldırdı. Hemen ardından İstanbul’a giriş çıkışları yasakladı; iş takibi için gelenler bile İstanbul’a alınmadı.

Sultan I. Mahmut ayrıca Boğaziçi’nden Kavaklar’a kadar uzanan bölgede nüfus sayımı yaptırarak isyanla ilgisi olsun olmasın şehirde oturma süresi 6 yıldan az olan kişilerin derhal memleketlerine dönmesini emretti. Savaş nedeniyle İstanbul’a gelmiş olan kişiler de dönmeye zorlandı. Bununla da yetinmeyip 1748 fermanıyla, işsiz kimselerin İstanbul’a gelmeleri hâlinde yakalanıp müebbet hapis cezasına çarptırılacağını duyurdu.

Osmanlı padişahları içinde İstanbul’a göçü önleme konusunda en fazla önlemi alan Padişah II. Mahmut’tur (1808-1838). II. Mahmut, şehrin nüfus sayımını yaptırmış; buna göre 45 bin Müslüman, 30 bin Ermeni ve 20 bin Rum olduğu saptanmıştır. Bu sayımda kadınlar ve köylerde olanlar sayılmamıştır. 1826 tarihli ferman doğrultusunda İstanbul’a gelecek olanlarda Mürur Tezkeresi (Geçiş Belgesi) aranmıştır. Anadolu ve Rumeli’deki kent yöneticileri, İstanbul’a gidecek olanlar hakkında soruşturma yaptırdıktan sonra bugünkü anlamda “dâhili pasaport” denilebilecek geçiş belgesini ve İstanbul’a gitmek için gerekli vizeyi (onayı) veriyorlardı. Ancak iş bununla da bitmiyor, İstanbul’a gelenler için iş buluncaya kadar hatırlı bir kişinin kefil olması zorunluluğu da getiriliyordu.

Ne var ki alınan bütün önlemlere ve şiddetli yasaklara rağmen İstanbul’a göç önlenememiştir.

Cumhuriyet Dönemi

Göçün tarihsel öyküsünün esaslı öyküsü olan Osmanlı deneyimi, yeni Türk devleti için karakteristik bir göç atlası sunar. Buna göre şöyle bir kronoloji sunabiliriz: Fatih Sultan Mehmet Devri (İstanbul’a Davet), Balkan Göçleri 1783-1913 (Yaklaşık 6 milyon kişi), Geri Dönüş (Nüfus Mübadelesi Antlaşmaları), 1923 (1.5 milyon kişi; Bulgaristan, Yunanistan, Yugoslavya, Romanya gibi ülkeler) Kitlesel Göçler, (İlk Mübadele 30 Ocak 1923, 2. Mübadele 10 Haziran 1930), Zorunlu İskân ve İç Göç, 1930’lu Yıllar, Sosyal Göç/Köyden Şehre Göç (1950’li Yıllar), 1960’lar Dış Göç, Almanya vs., 24 Mayıs 1989 Bulgaristan Türklerinin Türkiye’ye Zorunlu Göçü (Yaklaşık 400 bin kişi), Suriyelilerin Türkiye’ye Sığınmaları, 2013 yılı ve sonrası, 15 Eylül 2022 itibariyle 3 milyon 656 bin 157 kişi.

Mübadelelerle Gelen Göçler

Cumhuriyet öncesindeki göç hareketliliği, Cumhuriyet’in erken dönemine de sarkmak suretiyle devam etmiştir. Bunların başında mübadeleler yer alır. Birinci Dünya Savaşı sonrası Balkan ülkelerinden yoğun bir göç yaşanmış, bu göç Cumhuriyet’in ilk yıllarında da tekrarlanmıştır. Kaynaklar 1783 ile 1913 yılları arasında yaklaşık 6 milyon kişinin göç ettiğini belirtir. 1923-1990 yılları arasında Balkan ülkeleri olan Yunanistan, Bulgaristan, Yugoslavya ve Romanya’dan Türkiye’ye 1.750.000 civarında göçmen gelmiştir (Sarınay: 2011).

İlk on yıllık dönemde serbest göçmen statüsünde kabul edilen muhacirler yardım almamak koşulu ile istedikleri yere yerleşme imkânına sahip olmuşlardır. 1934 sonrasındaki dönemde gelen göçmenler ise iskânlı statüde işlem görmüşler ve belirli bir politika dâhilinde iskân edilmişlerdir. Güvenlik ve atıl durumdaki toprakları üretime açmak şeklinde özetlenebilecek bu iskân politikası gereğince, Trakya ve Anadolu’nun nüfus yoğunluğu düşük bölgelerine göçmen yerleştirilmiştir. Devlet, bu süreçte; muhacirlerin topraklandırılması, sanatla uğraşanlara uğraşılarına göre olanaklar sağlanması, vergi, gümrük, eğitim, askerlik vb. bazı muafiyetlerin verilmesi gibi hususlar ile muhacirlerin Anadolu’daki yaşamlarını kolaylaştırmak (Babuş 2006:101) amacıyla önlemler almıştır.

Kültür Farkı

Kültürel farklılıklar, muhacir ve mübadilleri Türk toplumuna karşı bazen yabancı kılmıştır. Bir başka ifadeyle, Türkiye’ye gelen göçmenler uyum sürecinde en çok kültürel alanda sıkıntı çekmişlerdir. Bunun başlıca nedeni göçmenlerin, geldikleri topraklardan yerleştikleri topraklara getirdikleri farklı kültür ve alışkanlıklardır. Bu insanlar birbirlerinden yüzyıllarca ayrı coğrafyalarda yaşamaları nedeniyle yerli halklarla aralarındaki tek ortak nokta dinle sınırlı kalmıştır. Çünkü göç, yalnızca coğrafi bir yer değiştirme değildir. Göç eden insanlar sadece yeni topraklara değil, aynı zamanda yeni bir topluma, yeni kültür ve değerler dünyasına doğru göç ederler. Dolayısıyla her ne kadar Türk toplumu, “Mübadiller için tam anlamıyla yabancı bir toplum olmasa da, mübadillerin doğdukları topraklara özgü kimlikleri ve kültürleri vardır ve bu kimlik ve kültürlerdeki bazı öğeler, Anadolu Türk kültürü ile tamamen eşleşmemektedir.” denilebilir. (Goularas 135)

Türkiye’ye yerleşen mübadiller, geldikleri topraklarda yaşayan toplumla aralarındaki uyumu hızlandırmak ve aynı zamanda da kendi kültürel değerlerini muhafaza etmek adına girişimlerde bulunmuşlardır. Mübadillerin yeni geldikleri topraklarda oluşturdukları (vakıflar, dernekler, kahvehaneler vs.) mekânlar; maziyi yaşatmaları, genç nesle kültür aktarımını bu yolla sağlayabilmeleri, hayatlarını geçirdikleri, atalarının mirası topraklardan ayrılmanın verdiği psikolojik buhranı atlatmalarında olumlu bir etken olmuştur.

Güncel Boyut: Suriyeliler

Son dönemde Türkiye, Orta Doğu’da Suriye merkezli siyasal ve toplumsal sorunlardan etkilenen ülkelerin başında yer alır. Bu durum, coğrafyanın bugünü ve geleceğine ilişkin ciddi dalgalanmalar oluştururken siyasi ve toplumsal olarak da önemli sonuçlara sahiptir. Savaştan ve iç karışıklıklardan daha güvenli bölge ve ülkelere doğru gerçekleştirilen insan hareketliliği, Türkiye’ye yapılan göç ve sığınma hareketliliğinin abartılı rakamlara ulamasına neden olmuştur.

2011 yılında başlayan göçlerle Türkiye’de 2012’de 14.237 olan sığınmacı sayısı Eylül 2022 itibarıyla 3 milyon 656 bin 157 olmuştur. Bu nüfusun ancak 48 bin 128’i 5 ilde kurulan toplam 7 geçici barınma merkezlerine, bunların dışındaki 3 milyon 607 bin 361 kişilik büyük kesim ise geçici koruma kapsamında Türkiye’nin hemen hemen tüm bölge ve şehirlerine (81 İl) dağılmış durumdadır. Devasa sosyolojik sorunları beraberinde getiren bu yapay nüfus hareketliliğinin ne zaman biteceğine dair bir emare de bulunmamaktadır. İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Başkanlığı’nın 15 Eylül 2022 itibarıyla yayımladığı istatistiklere göre de düzensiz göçmen sayısı 200 bin 981’dir.
Göçün güncel boyutu olarak ortaya çıkan bu tabloyu, Cumhuriyet öncesi göç deneyimini göz ardı ederek anlama çabası doğru bir yaklaşım değildir. Türk toplumu, kendi kültürel gerçekleri ve kendi sosyolojisi üzerinde gelişen ve bu coğrafyaya has olan özel göç tecrübesine sahiptir. O nedenle Türkiye’nin son dönemde göçe bağlı olarak yaşamakta olduğu sorunların çözümünde geçmişin bu bağlamdaki tecrübesi dikkate değer bir referanstır.

Doğrular, Yanlışlar, Eksikler, İhmaller
Suriyeliler, Mülteci ve Sığınmacı Değildir

Toplumsal tarihin karakteristik göç evreleri Türkiye’nin tam anlamıyla bir göç coğrafyası üzerinde konumlandığı gerçeğini doğrular. Bu olgu aynı zamanda coğrafyanın göçle zenginleşen bir kültür varlığına, çok renkli bir kültür atlasına istikamet ve imkân sağlamaktadır. Ne var ki kültürden gelen bu zenginliğe rağmen -son dönem göç hareketlerinde daha belirgin olan- toplumsal bir zaafla karşı karşıyayız. Her göç hadisesi bizde bu konuda yaşananların bir ilk olduğu psikolojisi ve savunma refleksleri yaratıyor. Söz konusu tavra siyaseti de eklediğimizde taraf olan toplum olarak (Toplumsal kabul kanadı) göçe ilginç bir biçimde hazırlıksız yakalandığımızı izlenimi ortaya çıkıyor. Hiç şüphesiz zengin bir göç kültürüne rağmen bu yaşananlar gerçek bir paradokstur. Toplumda ve hatta siyaset kurumunda uzayan şaşkınlık ve belirsizliğin bununla büyük ölçüde ilişkisi vardır.

Türkiye’de, Suriyeli göçün toplumsal kabul tarafındaki büyük çoğunluk sessiz bir reaksiyon durumundadır. Bu kanadın “gitseler iyi olacak ama…” diye başlayan ve rutinde olanca sorumluluğu siyasete yükleme eğiliminden söz edilebilir. Siyaset kurumu ise gerek politik proje boyutunda gerekse göçü anlama ve anlatma hususlarında yaygın ve etkin bir sunuma sahip olmamıştır.

Bilgi Kirliliği: Şartlı Mülteci, Geçici Koruma, İkincil Koruma

Göç olgusunda bir bilgi kirliliği ve enformatik bir cehalet vardır. Hiç şüphesiz bu bağlamdaki sorunların en başında kavram kargaşası gelmektedir. Siyasetten akademiye, entelektüel kesimden halka kadar hemen herkesin olayı doğru tespit ve tanımlayacak kavramlara sahip olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Peki, bu neyi açıklar? Eğer siz Suriyeli mülteciler (sığınmacılar) derseniz, siyaseten ve hukuken bu ülkede ikameti kalıcı hâle gelen yeni bir vatandaşlar topluluğunu anlamış ve anlatmış olursunuz. Türkiye’deki Suriyeli, Afgan, Özbek, Pakistanlı ve Avrupa dışından gelen bilumum göçmen grupları göçmen statüsünde değildir. Türk hukuk sistemi, 2 Ekim 2014 tarihli “Geçici Koruma Yönetmeliği”ne kadar Cenevre Konvansiyonu’nun (1951) herkesi mülteci kabul eden tanımına, coğrafi sınırlama çekincesi koyarak bu konuda “sığınmacı” terimini tercih etmiştir.

2 Ekim 2014 tarihli “Geçici Koruma Yönetmeliği”ne kadar bu yaklaşım benimsenmiştir. Bu yönetmelikle birlikte ise “şartlı mülteci”, “geçici koruma”, “ikincil koruma” terimleri ile tanımlanan yeni statüler devreye girmiştir. Bu süreçteki en son yasa 4.4.2013 tarih ve 6458 sayılı “Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu”dur. Bu yasa metnine göre Suriyeliler hukuken ne mülteci ne de sığınmacıdır; onların Türkiye’deki statüleri “şartlı mülteci” olarak hükme bağlanmıştır. Türk hukuku, Suriyelilerin Türkiye’deki varlıklarını olağan dışı koşulların bir sonucu olarak görmekte ve “şartlı mülteci” tanımını böyle bir sosyolojik tecrübe üzerinden yapmaktadır. Bu ifade biçimi pratik kolaylık sağlaması nedeniyle olayın sosyolojisiyle de çelişmeyen bir tercihtir.

Açık Kapı Politikası

Türkiye, Suriye’deki iç karışıklıklar sebebiyle bölge ülkelerine yönelen göç dalgasından en çok etkilenen ülkelerin başında yer alır. Hükûmet bu konuda aktif bir tavır sergileyerek “açık kapı politikası” izlemiştir. Bunun gereği olarak da fazla seçici olmayan bir uygulama ile sınıra gelen Suriyeliler “Geçici Koruma” statüsünde Türkiye’ye alınmıştır.

Geçici koruma kapsamındaki Suriyeliler için Geçici Koruma ve Barınma Merkezleri açılmıştır. Bu merkezlerle birlikte ülkenin diğer bölge ve şehirlerinde yerleşmiş olan tüm Suriyelilere sağlık, eğitim ve gıda yardımı sağlanmakta; yetişkinlere beceri kurs ve seminerleri verilmektedir. Kamplarda, okul öncesi de dâhil olmak üzere, okul çağındaki tüm çocuklar için eğitim ve sağlık hizmetleri verilmektedir.
Türkiye’nin bu bağlamdaki eylem ve yaklaşımlarını göçten etkilenen -başta komşu ülkeler olmak üzere- Avrupa ülkeleriyle karşılaştırıldığında etkin ve işlevsel olduğu gerçeği son derece açıktır. Türkiye, yeterince cömert ve insani bir tavır ve icraata sahiptir. Ancak olayın bir de sosyolojik boyutu vardır ve her ne kadar benzer kültürler arasındaki bir hareketlilikmiş gibi görünse de kültürel ve sosyolojik boyut en az öncekiler kadar önemli bir konu olarak ortaya çıkmaktadır.

  • Dil ve kültür bu aşamada öngörülen ve bilinenlerin aksine önemli bir sorun olarak ortaya çıkmıştır. Yapılan alan araştırmalarında Türkiye’nin toplam 81 iline yayılan büyük çoğunluğun, Türkçe öğrenme konusunda pek istekli davranmadıkları gözlenmektedir.
  • Mahalle ve sokaklarda kendi ticari ve sosyal örgütlenmeleri üzerinden bir tür gettolaşma oluşturulmuştur. Göçmen psikolojisiyle kısmen açıklama bulan bu durumun giderek artan bir aşamaya tekabül etmesi, olayı Suriyelilere özgü hâle getirmiştir. Kalabalıklar hâlinde dolaşmaları, cadde ve sokaklara yansıtılan cüretkâr ve abartılı bir vücut dili, yaygın kitlede Suriyeli figürü olarak kabul gördü. İçlerinden bir kısmının, sayfiye ve sahillerdeki yarattıkları sahneler ise, sokağın bu diline rahmet okutacak birer vaka-i âdiye hâline geldi. Her ne kadar bu sahneler bizlere toplum olarak özeleştiri gereği ilham etmiş olsa da “artık bu kadarı da olmaz” dedirten olaylar, toplumsal kabulün önemli ve ciddi reaksiyonuna konu olmaktadır. Esasen bu toplumsal gerçeğin, kültürün göz ardı edilen arka planı ile yakından ilişkisi vardır. İklim, coğrafya, siyasal sistem ve diğer kültür unsurlarının farklılığı bu mesafeli hayatı üreten önemli değişkenlerdir.
  • Günü kullanmak: Gece ve gündüz farkının yarattığı sorunlar… Böyle bir gelişmede eğitimsel yetersizlik kadar kültür farkının da ortaya çıkması şaşırtıcı değildir. Bu durum, günlük alışkanlıkların din ve inançlara rağmen ortaya koyduğu bir farktır. Sıcak bölge insanlarının çalışma zamanlarındaki tercihler, yaşama yüklenen anlam ile tüketim alışkanlıklarına kadar çeşitlilik ve farklılıklar ortaya koyar. Orta Doğu halklarının şarkılarındaki bazı nakaratlar, basit gibi görünen böylesi bir farkın ilginç örnekleri arasındadır. Şarkılarının çoğunda geceye övgüler düzen nakaratlar; yani “Ya Leylî/Ey gece!” tekerlemeleri esasen gündüzleri güneşin bunalttığı anlarda insanların geceye bir sevgili özlemindeki çağrılarını tahrik ve teşvik eder. Bu durum, sıcak bölge insanlarını gündüz, hanelere çekilerek ev istirahatine; geceleri de çalışma ve eğlenceye dönük olarak yaşamalarına neden olur. Orta Doğu halklarının kültüründe iklimin getirdiği bu gece-gündüz farkı, kültürün de bu yönde şekillenmesine neden olmuştur. İstirahat ve çalışma saatlerindeki bu karşıtlık, yerli halkın Suriyeli sığınmacılarla yaşadıkları yerel/toplumsal sorunlardan biri olarak ortaya çıkar. Bu bağlamda Türk komşularının aksine gece yaşama, gündüz uyuma; yüksek sesle konuşma ve gürültülü olma, özellikle apartmanlarda sert tartışmalara, çekişmelere neden olmaktadır.


Tartışma

Göçler, haraketliliğin yaşandığı her coğrafya ve toplumda ekonomik sorunlarla birlikte sosyo-kültürel sorunlara da sebep olmaktadır. Türkiye’de yaşanmakta olanlar bu gerçeği bir kez daha teyit etmiştir. Türkiye tecrübesi, ekonomik sorunlarla birlikte kültürün de görece olarak sorunlara neden olduğunu göstermektedir.

Ekonomik sorunların çözümünde, göçten etkilenme oranı yüksek olan Avrupa Birliği’nin maddi desteği büyük önem taşımaktadır. Ancak Avrupa Birliği’nin bu konudaki bütün vaatlerine rağmen söz konusu destek anlamlı ve işlevsel bir tempo kazanmamıştır. Kültürel sorunların giderilmesinde ise sivil toplum kuruluşlarının sosyal sorumluluk almaları gereği son derece açıktır. Açık olan bir şey vardır ki o da göç ve göçe bağlı sorunlar, Türkiye’de sadece siyasal aygıt ve hükûmetler konusu olarak görülmektedir. Oysa Almanya örneğinde görülmektedir ki, sivil toplumun rol ve inisiyatif alması hâlinde kontrol edilebilir bir göç tablosunun başarılması mümkündür. Türkiye’de de toplumsal kabulün toplumun geniş kesiminde gerçekleşmesi ve taraftar bulması büyük ölçüde sivil toplum kuruluşlarının ortak, yaygın ve etkin çalışmalarına bağlıdır.

Not: “Bu metin, Prof. Dr. İsmail Doğan tarafından 3 Ekim 2022 tarihinde Bursa Sivil Toplum Derneği (Sivilay) etkinlikleri çerçevesinde düzenlenen toplantıda, “Göç ve Kültür” konulu söyleşiye esas olan bir metin olarak hazırlanmış ve sunulmuştur.”

Kaynakça

BABUŞ, Fikret, Osmanlı’dan Günümüze Etnik-Sosyal Politikalar Çerçevesinde Göç ve İskân Siyaseti uygulamaları, İstanbul, Ozan Yayıncılık, 2006, 1.Baskı.
DOĞAN, İsmail, “Socialization And Integration Problems Of Syrian Child Refugees In Turkey/Suriyeli Çocuk Sığınmacıların Türkiye’deki Sosyalleşme ve Entegrasyon Sorunları”, International Migration And Children Transnational Press, London; 2017,109-125.
DOĞAN, İsmail, “Sosyolojinin Türkiye ve Türk Kültüründeki Göç Sorunu”, Türk Yurdu Dergisi, Eylül 2017, Sayı: 361, s. 23-26.
DOĞAN, İsmail, Göç ve Kültür, İstanbul, Bilge Kültür Sanat Yayınları, 2018.
GOULARAS, Gökçe Bayındır, “1923 Türk Yunan Nüfus Mübadelesi ve Günümüzde Mübadil Kimlik ve Kültürlerinin Yaşatılması”, Alternatif Politika, 2012, C.4., S.2., 129-146.
HALL, Peter, “Urban: Global Conference in Berlin”, Geçici koruma kapsamındaki Suriyeli Berlin, 2000, No: 4, 23-30.
KARPAT, Kemal, Türkiye’de Toplumsal Dönüşüm, Ankara, İmge Kitapevi, 2003, 1. Baskı.
SARINAY, Yusuf, “Cumhuriyet döneminde Balkan Ülkelerinden Ankara’ya Yapılan Göçler”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, 2011, C. 28, Sayı: 81.
UZUN Ertuğrul, “Misafir İşçilik-Göçmenlik-Azınlık, Almanya’daki Türklerde Kimlik Değişimi”, Deutsche Türken, Das Ende der Geduld/Sabrın Sonu Türk Almanlar içinde 1993 s.175-190.
ÜNAL, Ertan, “Neden Geldin İstanbul’a” İstanbul, Sabah Gazetesi, Yazı Dizisi, 28-29-30. 06. 1995.