Şimdi yükleniyor

Eren Atala ERİŞ

106sayik 2 e1705410309757

Eren Atala ERİŞ

Bundan yetmiş beş yıl öncesi, 27 Şubat 1948… Makedonya Türkleri için kapkaranlık bir gün. Dört can, dördü de tertemiz insanlar… Onlar, bu topraklarda varlığını sürdürmeye devam etmek isteyen iyi işler yapmaya niyetli aydınlardı. Türk tarihine, Türk kültür ve ananelerine daha sıkı sarılmak düşüncesiyle teşkilatlandılar ve bu amaçla fikrî bir bilinç başlattılar. Ancak bu teşkilatlanma, dönemin rejimi tarafından hiç de iyi karşılanmamış, tam aksine onları tehdit olarak görmüş ve göstermelik yargılamalar neticesinde aramızdan ayırmışlardır. Türklüğün Balkanlardaki unutulan kahramanları olan “Yücelciler” konusunu ele aldığımız bu sayımızda, Araştırmacı-Yazar Eren Atala ERİŞ ile bir röportaj gerçekleştirdik. Eriş, II. Dünya Savaşı’nda Balkanların durumu, Yücelcilerin kuruluşu, amacı, faaliyetleri, yargılanmaları ve kitabı olan “Yücelciler: Yugoslavya’da Gizli Türk Teşkilatı” hakkında dergimize değerli açıklamalarda bulundu.

İki Dünya Savaşı arası dönem sadece Balkanlar için değil; Avrupa için de kritik bir dönemdir. Bir yandan imparatorluklar dağılırken diğer yandan Çekoslovakya gibi iri ve suni devletler kurdurularak diz çöktürülmüş Almanya çepeçevre sarılır. İşte I. Dünya Savaşı sırasında yenilen Sırbistan Krallığı’nın, büyütülerek bir Yugoslavya Krallığı olarak kurulmasının altındaki neden budur. Tabii o dönem dâhilinde bugün Kuzey Makedonya olarak bildiğimiz Vardar Makedonya’sı, o zamanlarda Yugoslavya Krallığı dâhilinde “Güney Sırbistan” bölgesi olarak adlandırılıyordu. Sırplar, Vardar Makedonya’sını böyle sahiplense de Bulgaristan Krallığı gerek Ege Makedonya’sında gerekse de Vardar Makedonya’sında hak iddia ediyorlardı. İşte bu şartlar altında savaşın fitili ateşlenince de İtalyanlar Arnavutluk’la beraber Kosova bölgesini; Bulgarlar da Almanların izni dâhilinde bütün Makedonya’yı işgal ettiler.
Avrupa ve Balkanlar işte bu bahsettiğim dönemde karışıklık hâlindeyken ise; Balkanların bir parçası olarak Türkiye, Kurtuluş Savaşı’nı yapmış, Lozan Antlaşması ile sınırlarını garanti altına almış, Cumhuriyet’i ilan edip birçok devrim yaparak hem kendi kendini yeniden doğurmuş hem de tüm bu karışıklıklar içindeki kıtada bir istikrar oluşturmuştur. Bunu formülize edersek; örneğin imparatorluğunun son döneminde Osmanlılar için “doğu sorunu” veyahut “hasta adam” tabirleri kullanılıyorken; bu yıllarda ise Avrupa bir “hasta adam” olarak karşımızda durmaktadır. Bu hastalığın adları ise “Faşizm”, “Nazizm” ve “Komünizm”-dir. Avrupa demokrasileri denilen ülkelerde ise malumunuz “Emperyalizm” hastalığı vardır.
Tabii bu durum, Türkiye’nin komşusu olan ülkeleri de etkiliyor. Örneğin İran’da Şah’ın Atatürk’e olan ziyaretini ve modernleşme çabalarını bu açıdan değerlendirmek lazım. Türkiye; İran, hatta Afganistan’a dahi örnek olurken bir de Balkanlardaki Müslüman nüfusu düşünmemiz lazım. İmparatorluk kaybedilmeden önce aynı çatı altında yaşadığımız bu kitlenin gözü kulağı normal olarak Türkiye’dedir. Yalnız, bir de engel vardır. O da Kurtuluş Savaşı sonrasındaki bazı Atatürk muhaliflerinin bu ülkelere yerleşmesi ve buradaki faaliyetleridir. Örneğin Mustafa Sabri Ef. Yunanistan’a; Hüseyin Hüsnü Ef. Bulgaristan’a yerleşirken, Yugoslavya’da ise Ataullah Kurtiş, Kemalizm muhalifi olarak faaliyet sürdürür. Hâl böyleyken, Balkanlardaki ve Yugoslavya’daki Müslüman Türk toplumu hâlen imparatorluk dönemi alışkanlıklarını devam ettirir. Yugoslavya örneğinde ise Müslüman camia gerek dil gerekse de fikrî olarak bölünmüş durumdadır.

İlk olarak şunu söylemeliyim ki; “Yücel”, bir liderle çıkmış bir hareket değildir. Bu yönüyle Yücel’i bir sosyal hareket olarak ele almalıyız. Yücel’i oluşturacak olan ilk dayanak 1938 senesinde Üsküp’te kurulan Yardım Cemiyeti’dir. Bu cemiyette etkin olan üyeler o yıllarda 18-20 yaşında olan gençlerden oluşmakta, en fazla 35 yaşına kadar olan kişiler üye olabilmektedir. Burada toplanan gençler bir kütüphane kurarlar ve özellikle Millî Mücadele döneminde kaleme alınmış Yaban, Safahat gibi eserler ve Nutuk gibi kitaplar okunur. Bir diğer grup ise Şuayb Aziz ve çevresindeki arkadaşlarından oluşan bir gruptur ki; Şuayb Aziz Efendi, 1940 tarihinde olması lazım Yardım Cemiyeti’ndeki gençlere, İslam ve İslam Dünyası konulu bir konferans dahi verir.
Yugoslavya’nın Nisan 1941’de işgal edilmesiyle bu Yardım Cemiyeti kapatılır fakat yine de kaynaşmış olan bu gençler, kendi aralarında gruplar kurarak iletişime devam ederler. Bizim I. Grup olarak adlandırdığımız gruba şehidimiz Ali Abdurrahman liderlik etmektedir; II. Grupta ise Şuayb Aziz Efendi vardır. Daha sonra 1945’te bu iki gruptan bazı kişiler birleşecek ve Merkezî Komiteyi oluşturacak; bunun başına da Şuayb Aziz, bizzat Ali Abdurrahman’ın teklifi ile seçilecektir. Bu noktada Şuayb Aziz Efendi’yi analım: Kendisi Ataullah Kurtiş’in müderrislik yaptığı Meddah Medresesi’nde okurken, İslam Dinî Birliği’nin bursu ile El Ezher Üniversitesi’ne gider ve buradan ikincilik derecesi ile mezun olur. Ankara İlahiyat Fakültesi’nde görevine başlayacağı 1939 senesinde savaş çıkınca sınırlar kapanır ve Üsküp’te kalır. O dönem Üsküp ulemasının en geniş kültürlü ve bilgili kişisi olmasıyla beraber, Üsküp uleması içinde görev almaz ve Yücelcilere sadece liderlik değil âdeta abilik yapar. Bu arada teşkilatın “Yücel” adını da Şuayb Aziz Efendi 1945 senesinde koymuştur.

Tabi dedem Fadıl Eriş’in hatta birçok akrabamız ve komşularımızın Yücelci oluşu, her sene düzenlenen Yücel Şehitleri mevlitlerine 7 yaşımdan beri katılmam ve orada gördüğüm İstiklal Marşı’nın okunması gibi bazı uygulamalar, çocuk aklımla dikkatimi çekti. Buradan hareketle Yugoslavya’daki alelade bir şehir olarak bildiğim Üsküp’ün Türk coğrafyasındaki yerini anlamam ve göç etmemizin nedenlerini sorgulamalarımla bu merak derinleşti ve 18 yaşımda Yücel’i araştırmak için Rumeli Türkleri Kültür Dayanışma Derneği’ne, hocam Yıldırım Ağanoğlu’nun yanına gittim.
Tabii burada okuyup, gördüklerim ise Yücel hadisesini hatta Avni Engüllü’nün deyimiyle “Yücel Muamması”nın ikilemlerle dolu bir kilit mesele olduğunu gördüm. Bunlar da bu yolculuğun ilk adımları olmuş oldu.