Şimdi yükleniyor

Türkistan ve İrfan

bilal kemikli 97

Türkistan ve İrfan

Muradımız Nedir?
Burada Türkistan, Mâverâü’n-Nehir ve Fergana Vadisi’ne işaret ederek Asya’da mayalanan ilim ve irfan köklerine dair temel bazı değerlendirmeler yapılacaktır. Bilhassa düşüncemizi ve şiirimizi mayalayan hikmet arkının öncüsü olan Yûsuf-i Hemedânî’nin tesir halkalarına işaret edilecektir. Ancak Hemedânî’nin öncülleri ve çağdaşı bazı sufileri de zikrederek, bölgenin irfanî muhitlerini hatırlamış olacağız.

Türkistan Neresi?

Öncelikle Türkistan derken nereyi kastediyoruz? Bugün bu kavram zikredilince, hemen Kazakistan’ın Türkistan şehri, yani Yesi akla geliyor. İkinci olarak da Çin zulmü dolayısıyla daima gündemde olan Doğu Türkistan… Bir “coğrafya bilinci”ne ihtiyaç var. Çünkü coğrafya, sadece haritalar ve haritalardaki işaretleri ifade etmez. Elbette orada; şehirleri, yolları, nehirleri, dağları, ovaları, bitki örtüsünü ve madenleri öğreniyoruz. Ama bu yetmiyor; “kültürel coğrafya” tabirini de nazari dikkate alarak, söz varlığını, düşünceyi, ilim ve sanat muhitlerini de ihtiva eden bir coğrafya telakkisine ihtiyaç var. Bu anlamda ülkelerin yahut bölgelerin yetiştirdiği ilim, düşünce ve sanat adamlarını gösteren haritalara ihtiyaç var. Bu meyanda bir proje olarak İslam Düşünce Atlası, bahse konu ihtiyacı, en azından “gönül coğrafyamız” bağlamında karşılama niyetinde olmuştur.

Diğer taraftan “coğrafya bilinci” derken, temel meselelerden birinin isimlendirme konusu olduğunu belirtmek isterim. Sömürgecilik, öncelikle isimlendirmeyle başladı ve bizim olan isimleri zamanla unutarak coğrafya bilincinde kayıplar yaşadık. Orta Doğu kavramını bir İngiliz subayı icat etti; bizler de onu kullana kullana Hicaz’ı, Şam Vilayeti’ni ve Bağdat’ı unutmanın yanında, o geniş coğrafyayı, Afrika’yı zihnimizde parçaladık. Unutulan ve parçalanan “şey” dönüştürülebilir.

Nitekim dönüştürülerek, her bir parçası sömürü düzeninin birer parçası hâline geldi. Aynı durum, Rusların icat ettiği “Orta Asya” ve Çin’in icat ettiği Sincan Bölgesi’nde var. Rus yayılmacı zihniyeti, bir yandan Türkistan ismini bir şehre münhasır kılarken; öte yandan da o geniş coğrafyaya kendi bir isim bularak yeniden dizayn etti. Oysa Asya esastır; Türkistan ise, kültür coğrafyasının yahut ilim havzasının adıdır.
Bu izahtan sonra arkadaşlarımızın, en azından DİA’nın “Türkistan” (41. Cilt, İstanbul, 2012, 556-560) maddesine bakmalarını öneririm. Bundan başka Türkistan tarihine ilişkin temel kitaplara bakılabilir. Ancak şu kadarını söyleyeyim; son yıllarda Hazar ötesi felsefe yahut Türk düşünce tarihi gibi bazı derslerde, bu havzada yetişen filozoflara ve üretilen düşünceye dair kısmen de olsa bir kısım çalışmalar yapılsa da yeterli değildir. Bilhassa burada neş’et eden büyük tarikatlara ilişkin müstakil bilgiler veren eserler yazılsa da, konuyu müstakil ve bir bütün olarak ele alan çalışmalar yapılmış değildir. Şunu demek istiyorum: Mesela Kübrevîliğe dair incelemeler yapıldı, Necmüddîn-i Kübrâ’nın eserleri tercüme edildi; ama onun yetiştiği coğrafyaya pek dikkat çekilmedi. Faraza çekilse de okuyucunun zihninde tebellür edecek coğrafi bir perspektif sunulmadı. Bu zat nerede doğmuş, hangi şehirlerde yetişmiş, çağdaşı olan âlimler ve sufiler kimlerdir, etkisi nerelere kadar ulaşmıştır gibi konuların sistematik olarak bir tasnife tabi tutularak sunulması iktiza eder. Bunun için müstakil eserlerin yazılmasında yarar vardır.

Nihayet Türkistan,

“İran’ın Horasan bölgesinden başlayarak Kuzey Afganistan dâhil Pamir ve Hindukuş-Kunlun (Karanlık) Dağlarının kuzey eteklerinden Çin’in Tun-huang bölgesine kadar uzanan, oradan Mançurya’nın batısına ulaşan, Moğolistan’la birlikte Güney Sibirya’nın tamamını içine alan, batıda Ural Dağları ile Volga Irmağı’nın Hazar Denizi’ne ulaştığı noktaya kadar devam eden geniş bir alanı kaplar. Bu alanın tarihî kaynaklardaki adı XIX. yüzyıl ortalarına kadar Türkistan’dır (Türk Yurdu). Çoğunluğunu günümüzde Uygur ve Kazak Türkleri ile diğer Türk gruplarının oluşturduğu Çin Halk Cumhuriyeti hâkimiyetindeki bölgeye Doğu (Şarkî) Türkistan, 1924’ten sonra Sovyet hâkimiyetine giren alana Batı (Garbî) Türkistan adı verilmektedir.” (Ahmet Taşağıl, “Türkistan”, DİA, 41. 556)

Kadim eserlerimizde Anadolu’yu yurt etmemize vesile olan sufi öncüler (Alperen), Horasan Erenleri ve Türkistan uluları diye tavsif edilir. Bütün bu isimlerle anılanların yetiştiği ilim havzası, Türkistan’dır. Bu bölgede ilmî hayatın gelişmesine etki eden amilleri şu şekilde sıralayabiliriz:

  1. Fetih hareketleri: İslam’ı yaymak için gelenler.
  2. Göçler: Emevîler döneminde gelenler.
  3. İpek Yolu-Baharat Yolu: Ticaret kastıyla gelenler.
  4. Rıhle: Seyyah âlimler.

Fetih, savaştan ibaret bir kavram değildir. Fetih, kapıları açmaktır. Açılan o kapıdan içeri girip, orada tavattun edebilmek için hak ve adalet temelli muamele, ilim ve sanat gerekir. Çarşının ilim ve sanat hayatının tanzim edilemediği, dolayısıyla İslam kültürünün geliştirilemediği bölgelerde kalıcı olunamamıştır. Zira orada, o iklime uygun bir dil inşa edilememiştir. Fetih, dil inşa etmeye vesile olduğu oranda başarılıdır. Bu anlamda göçler ve seyahatler, o aranan dili inşa etmeye vesiledir. Bilhassa Emevî siyasetinden kaçarak bu coğrafyalara gelip yerleşen Ehl-i Beyt ve Abbâsî ailesi, ilmî gelişmeye de öncülük etmiş olmalıdır.

Tabi burada bir hususu daha belirtmekte yarar vardır: İlmî gelişmeyi, yukarıda saydığımız hususlar teşvik eder; bunun yanında hem ilmî hem de düşünceyi tahkim eden bir âmil daha vardır ki sahih ve sağlam düşüncenin oluşmasına zemin hazırlar. Nedir bu âmil? Karşılaşma… Farklı fikirlerle muhataplık meselesi. Konuyu biraz daha açmak iktiza ederse, Türkistan havzası sadece İslamlaşma sonrası ilim ve düşünce hayatında gelişim göstermiş bir havza değildir. Burada farklı din, dil ve kültürler, başlangıcından itibaren varlık kazanmaya gayret etmiştir. Bu meyanda Türkistan havzasında, Türk boylarının yanında Çin ve Acem kültürlerinin de var olduğunu bilmek gerekir. Keza Gök Tanrı inancının yanında; Zerdüştlük, Manihaizm ve Budizm gibi dinlerin de etkin olduğu hafızamızda bulunmalıdır. Burada ilmî hayatı besleyen âlimler, mütefekkirler ve ârifler, bütün bu unsurlara karşı etkin olacak bir dil inşa etmek durumundaydılar. Dini temsil ve tebliğ için elzem olan bu dili inşa için gayret ettiler. Bu meyanda Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig’i yazma sebeplerinden biri de Budist yayılmacılığıdır. Onun bu eseri, bahse konu yayılmacılığa set olmuştur.

İrfan Pınarı: Türkistan’ın Öncü Muhakkikleri

Bu coğrafyada Farâbî, İbn Sina, Birûnî, Harezmî ve Ferganî gibi filozoflar; İmam Mâturîdî gibi sistem kuran kelamcılar; İmam Buhârî, İmam Tirmîzî, Nesâî ve Ebû Dâvut gibi muhaddisler; Merginânî, Serahsî ve Sadru’ş-Şeri’a gibi fakihler yetişmiştir. Matematik ve astronomide oldukça ileri noktalara gidildiği de dikkate alınırsa, bahse konu ilim ve kültür havzasının Bağdat’ın misyonunu yüklendiği görülecektir. Bu ilmî gelenek, tebliğ ve irşat için Türkistan’a gelerek burayı yurt edinen hükemanın bu bölgede tasavvufu bir ilim olarak canlandırmasına vesile olacaktır. Nitekim hakîm sıfatını haiz sufilerin yetiştiğini ve eserler telif ettiğini ifade etmek isterim. Zira bu havzada, Ebû Saîd Ebu’l-Hayr, Yûsuf-ı Hemedânî, Necmeddîn-i Kübrâ, Hakîm Tirmîzî, Zeynuddîn Hâfî, Pîr-i Türkistan, Korkut Ata, Abdulhâlık Gücdüvânî, Şâh-ı Nakşıbendî, Hâce Abdullah Herevî ve Horasan Melamiliğinin bânisi Hamdûn-ı Kassar gibi pek çok yol kurucusunun yetiştiği malumdur. Keza tasavvuf edebiyatının efsane isimlerinden olan Hallac-ı Mansûr ve İbrahim Ethem’i de zikredersek, bu coğrafyanın insan yetiştirme açısından ne denli bereketli olduğu görülür.

Elbette burada zikrettiğimiz isimlerin dışında pek çok ârif ve âlim yetişmiştir. Bu zatlar hakkında müstakil çalışmalar da yapılmıştır. Fakat derli toplu, müstakil bir esere ihtiyacın olduğu aşikârdır. Zira hafızayı yenilemek için bu büyük isimlerin neş’et ettiği coğrafya ile yeniden irtibat kurmak elzemdir. Burada teker teker “yol kurucu” isimlere dair ayrıntılı mülahazalar yapma imkânına sahip değiliz. Lakin hâlihazırda düşünceleriyle bizi etkileyen birkaç isme dair temel bazı konuları hatırlatmak isterim. Bu isimlerden ilki, Ebû Saîd Ebu’l-Hayr’dır. Mehne Baba diye de bilinen Ebû Saîd, iki açıdan bizi etkiledi: İlkin, Selçuk’un mirasçısı olan oğullarına Bağdat’ı işaret etmesi… Bu, siyasi tarihimiz açısından önemli bir konudur. Çağrı Bey’in, Halife’ye siyasi ve askerî alanda yardımcı olması için Bağdat ufkunu veren bu büyük ruh, Anadolu’yu yurt edinme sürecinin fikir babası olarak görülebilir. İkinci olarak da, söylediği rubaileriyle Mevlânâ gibi şairleri derinden etkilemiştir. Böylece edebiyatımıza tesir eden bir şahsiyet olarak onu ayrıca anmak iktiza eder.

Burada hatırlamamız gereken önemli isimlerden biri de Hakîm Tirmîzî’dir. Hakîm Tirmîzî, Tirmiz ve Belh’te yetişti; oralarda ders aldı. Büyük sufilerin sohbetinde bulundu. Nakille aklı bağdaştırmaya, naklî ilimleri akli bir temele dayandırmaya çalışan bir muhakkiktir. Felsefi mirası tasavvufla buluşturdu. Onun bazı eserleri tercüme edildi. Mesel, Allah’a yakınlığın yollarını anlatırken, bu yakınlığın evvelemirde iman ile başladığını ve amelle güçlü hâle geldiğini anlatmaktadır. Amel konusunda namaza çokça atıfta bulunur. Namaz kılan kişi, eğer nefsiyle konuşmaya devam ediyorsa hükmen namazı olur; ancak o namaz onu yakîne ulaştıramaz. Yakınlık, Allah’ın has kulları içindir. Bunu temin etmek için de namazda gafil olmamak gerekir. Elbette daha başka görüşleri de var. Fakat şu kadarını söylemek isterim: O, tasavvuf tarihçilerinin Hâkimiyye adıyla nitelendirdikleri, velayet (Allah dostluğu) eksenli yolun kurucusu olarak da anılır. Onun düşüncelerini takip eden ekoller ve okullar kurulmuştur. Bilhassa İbnü’l-Arabî’nin ondan etkilendiği bilinmektedir.
Burada hatırlatmak istediğim bir başka sufi ise Necmeddîn-i Kübrâ’dır. Kübrevî geleneğin kurucusu olan Necmeddîn-i Kübrâ, Harezm’in Hive şehrindendir. Onun tâlibi kemâle erdirme niyetiyle âdeta bir müfredat hüviyetini haiz olan “on esası” (usûlü’l-aşere) önemlidir. Âyetu’llâhi’l-Kübrâ olarak da anılan bu ulu zat, diğer Türkistan uluları gibi öncelikle zahiri ilimlerde temayüz etmiştir. Moğollarla mücadelesi esnasında şehit düşmüştür. Onun düşüncelerini Anadolu’ya getiren halifesi Necmeddin Dâye’dir. Bir müddet Sivas’ta da ikamet eden Dâye, Bağdat’ta vefat etmiştir. Keza Emir Sultan da bu yolun sâliki olarak bilinir. Bahse konu on esas şunlardır:

  1. Tevbe
  2. Zühd
  3. Allah’a tevekkül
  4. Kanaat
  5. Uzlet
  6. Zikr-i dâimî
  7. Teveccüh
  8. Sabır
  9. Murakabe
  10. Rıza

Türkistan’ın ruhani hayatına yetiştirdiği iki mihver mürşitle yön veren isim Hâce Yûsuf Hemedânî’dir. Hemedânî’nin yetiştirdiği o iki ulu zattan birisi, Yesevî yolunun bânisi Pîr-i Türkistan Ahmed Yesevî, ötekisi ise Hâcegân tarikının pîri Abdulhâlık Gücdüvânî’dir. Nakşî gelenek, Hacegân yolundan neş’et eder. Bu bakımdan Hemedânî’nin attığı tohum, dinî düşünceyi olduğu kadar, sosyo-kültürel hayatımızı ve edebiyatımızı da besleyen bir kaynak olmuştur. Temel ilkesi, Sünnet-i Seniyye’ye bağlılıktır. Bu konuda, “Doğru yol, Allah rasûlü Hz. Muhammed’in yoludur.” demektedir. Nitekim genel olarak Türkistan uluları, Fıkh-ı zâhire bağlıdır. Ama Hemedânî, bu bağlılığı Hz. Ebûbekir üzerinden yürütmüş, zikr-i hafî telkin etmiştir. Onun iyi ve kötü herkesin ardında namaz kıldığı, küçük ve büyük herkesin cenazesine katıldığı ve daima “ehl-i kıble tekfir edilemez” ilkesini hatırlattığı zikredilir. Onun telkin ettiği ilkeler şunlardır:

  1. Huş-der-dem: Nefesi, şuurlu ve bilinçli vermek.
  2. Nazar der-kadem: Önünüze bakın.
  3. Sefer der-vatan: Vatanda seyahat edin.
  4. Halvet der-encümen: Halk içinde Hakla olun.

Bu ilkeler daha sonra Gücdüvânî ve Şâh-ı Nakşıbendî tarafından ilavelerle genişletilecektir. Böylece rahşa da denilen usule dair ilkeler (kelimât-ı kudsiyye) gelişecektir. Onun telkin ettiği şu yaklaşım önemlidir: “Zahirinizi dağınıklıktan kurtarın. Zahiri dağınık olanın, batını ve gönlü de dağınık olur.”
Onun, “Akla uyun, nefse uymayın… Akıl ve nefs, bir araya gelemeyen zıtlardır.” dediği rivayet edilir. Keza bir de daima, “Doğrudan yana olunuz.” tavsiyesini hatırlamak gerekir. Tarikat adabıyla alakalı dört temel konuya işaret eder.
Bunlar;

  1. Perhiz ve nefs riyazeti.
  2. Lokma ve hırkanın helal olması.
  3. Mücahede.
  4. Zikir.

Rütbetü’l-Hayat isimli risalesinde, “Hayat nedir?” sorusuna şu cevabı veriyor: “Hayat, teselli olmaktır. Herkesin tesellisi ve huzuru farklı şekilde ve farklı şeylerdir. Hayatın en alt rütbesi ve en aşağı derecesi, dünya ile teselli olmaktır.”

Netice İtibarıyla

Türkistan, bir ilim havzasının adıdır. Bu ilim havzasında büyük âlimler, sufiler ve filozoflar yetişmiştir. Bu havzada yetişip de Anadolu’da da tesir halkası oluşturanlar olmuştur. Ancak derli toplu bir şekilde bu kültür coğrafyasında yetişenleri bilmiyoruz. Bu yüzden de Anadolu’da teşekkül eden ilim ve fikir hayatına tesir eden seçkin insanları yeterince tanımıyor ve ortaya çıkan düşüncenin temellerini tespit edemiyoruz. Orada büyük bir hazine saklı ve hâlâ keşif bekleyen manalar yüklü. Bu hazineleri bulup, manayı keşfedecek âlim ve fazıl insanların yetişmesini dilerim.