Şimdi yükleniyor

Türk Siyasi Tarihinin Anahtar Unsuru: ABD İstihbaratının Türkiye’de Teşekkülü ve İkili Antlaşmalar

110sayiK 8

Türk Siyasi Tarihinin Anahtar Unsuru: ABD İstihbaratının Türkiye’de Teşekkülü ve İkili Antlaşmalar

İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla beraber yabancı ajanların istihbarat savaşları yaşadığı ülkelerden birisi de Türkiye’dir. Balkanlara ve Karadeniz’e kıyısı olan ülkeler ile Sovyetler Birliği’ne yapılacak operasyonlara yataklık edecek konumda bulunan İstanbul’da; İngiliz Dış İstihbarat Servisi’nin (MI6) dost isimli Siyonist ajanları ile İngiltere adına çalışan Türk ajanları önemli bir yere sahiptiler. İstanbul, yalnız İngilizlerin değil, Nazilerin de yaşamsal kaynağıydı ve burada azımsanmayacak derecede Nazi ajanı faaliyet gösteriyordu.

1939 yılında ABD’nin Ankara’daki Büyükelçiliği’nde ve İstanbul’da bulunan konsolosluğunda toplamda 6 diplomat ve görevli mevcutken, 1941 yılında bu sayı 33 kişiye çıkmıştır. İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı yıl olan 1939’da “ABD Dış İstihbarat Servisi Stratejik Hizmetler Dairesi’nin” (OSS) Başkanı olan William Donavan, Orta Doğu ve Türkiye çalışmalarından sonra Türkiye’yi; Balkanlar, Orta Doğu ve Sovyetlere olan coğrafi yakınlığı ve bağları sebebiyle, Amerikan Dış İstihbarat Servisi için önemli bir çalışma alanı olarak belirlemiştir.

İkinci Dünya Savaşı’nda ABD’nin, Türkiye’yi İstihbarat faaliyetlerinde önemli bir üs olarak belirlemesinden sonra, Türkiye’de güçlü bir istihbarat yapısı oluşturmak için çalışmalarına hız verdiğini görmekteyiz. Bu kapsamda, İstanbul’da İstiklal Caddesi’nde bulunan, ABD Savaş Enformasyon Bürosu’nda (OWI); 20 Amerikalı ve 100 Türk vatandaşı görevli olarak çalışmaya başlamıştır. Bu büronun ilk görevi, ABD’nin manipüle ettiği haberleri Türk basınına sızdırmaktır. Savaş sırasında OWI tarafından Türkiye’de bulunan yün, krom ve afyon satın alınarak Almanların eline geçmesi önlenmiştir. Savaş devam ederken depoladıkları oldukça önemli miktarda bulunan bu malları, savaş bitiminde piyasaya sürmüşlerdir.

ABD istihbaratı savaş sırasında, Türkiye’de Amerikan hayat tarzına uyan dergilerin dağıtımını yapmış, Hollywood filmlerinin izlenmesi için sinema salonları kiralamıştır. ABD tarafından, Türk hükûmetinin üyelerine; 1 adet Mercedes Benz, 13 adet Packard ve 2 adet Studebaker marka otomobil verilmiştir. ABD istihbaratı, Türkiye’de güçlü bir istihbaratın temellerini atmak için bir taraftan da İngiliz, Türk, Siyonist, Çek ve Yugoslav istihbarat servisleriyle ilişkiler kurmuştur.

Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’ndan uzak durmayı başararak, savaşın ekonomik ve sosyal felaketlerinden kurtulmuştur. Ancak, İkinci Dünya Savaşı ile birlikte istihbarat örgütlerinin cirit attığı Türkiye’de, ABD istihbarat örgütü güçlü bir şekilde filizlenmiştir. ABD’nin OSS isimli istihbarat örgütü savaştan sonra kaldırılarak yerine CIA (Merkezî Haber Alma Teşkilatı-1947) kurulmuştur. CIA; mensuplarının eğitimi ve kullandıkları yöntemlerle bir Gestapo örgütü gibi dünya istihbarat savaşlarında yer almaya başlamış ve ABD’li iş adamı ve petrol tekelcisi Rockfeller ile yakın ilişkiler içerisine girmiştir.

“Soğuk Savaş” terimini somutlaştırarak, Sovyet olmayan ülkelerde, Sovyet karşıtı bir kuşak oluşturan ABD, Başkan Truman döneminde fiiliyata dönüştürdüğü politikalarla kendi ekseninde topladığı ülkeleri CIA projesi ile kontrol altında tutmuştur. Marshall yardımları ile pratiğe döktükleri soğuk savaşta, hedefledikleri ülkelerin siyasi yapılarını kendi inşa ettikleri sistem üzerinden denetlemişlerdir. Özellikle Batı Almanya’da, bütün partiler ve siyasi liderler CIA’dan gizli yollardan maaş almışlardır. İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD, Batı Avrupa’da bütün ülkelerin sistemlerine etkili bir şekilde nüfuz etmiş ve ekonomik yardımlarla bu ülkeleri kalkındırmıştır. Avrupa’da biten ekonomiler yeniden ayağa kalkarken Türkiye ekonomisi aynı gelişmeyi gösterememiştir.

Amerikan istihbaratının Türkiye’de yapılanmasına kolaylık sağlayan ikili anlaşmaların yapıldığı tarihler İnönü dönemine rastlamaktadır. ABD ile yapılan açık ve gizli birçok anlaşma ile ABD istihbaratının Türkiye’de rahatça faaliyet göstermesinin yolu açılmıştır. Türkiye’de bulunan Ortodoks Patrikliği’ne Ekümenik statü kazandırarak, mezhep nüfuzu üzerinden Rusya’da bulunan Ortodoksları Komünizme karşı örgütlemek isteyen CIA, Fener Patriği seçilen Maksimos’u, Sovyet yanlısı olduğu gerekçesiyle istifa ettirerek, Türk vatandaşlığına geçirdiği Athenagoras’ı Fener Rum Patriği yapmıştır. 1949’da ABD Başkanı’nın özel uçağıyla Türkiye’ye gelen CIA güdümlü Athenagoras, Truman’ın mektubunu İnönü’ye vererek, “Ben Truman doktrininin dinî bölümünü teşkil etmekteyim.” demiştir.

Bir CIA projesi olan ve “Fulbright Antlaşması” olarak da bilinen, 27 Aralık 1949 tarihinde Türkiye ve ABD arasında yapılan, “Eğitim Komisyonu Kurulması Hakkındaki” antlaşma sonucunda Türkiye’de eğitimin, ABD’nin çıkarları ve istekleri doğrultusunda şekillendirilmesinin temeli atılmıştır. İnönü döneminde ABD ile temeli atılan ilişkilerin seyri ve takip edilen politikalar, Demokrat Parti (DP) iktidarı döneminde aynı minvalde devam etmiştir. DP’nin üçüncü iktidarında, ABD ile zıt politikalar izlemeye başlaması 27 Mayıs darbesini doğurmuştur. 27 Mayıs darbesinin meydana geldiği 1960 yılında, Türk istihbaratçıları ile CIA ajanları kol kola çalışıyorlar ve birçok Türk istihbaratçısının maaşları CIA tarafından ödeniyordu. Yassıada Mahkemesi’nde görülen davalarda CIA ile Türk istihbaratının çarpık ve teslimiyetçi ilişkileri mahkeme kayıtlarına geçmiştir.

Türkiye’ye, İnönü döneminde yerleşmeye başlayan CIA, Türkiye’nin NATO (Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü)’ya 18 Şubat 1952 tarihinde üye olmasından sonra ülkemizde tamamen kök salmıştır. ABD istihbaratının İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yeni durumu ve izlenecek politikaları belirleme adına düzenlediği raporlarında “Dünyayı yönetmek ve kontrol etmek için Türkiye ve Orta Doğu kilittir.” tespiti dikkat çekicidir.

Türkiye’yi müttefik olarak yanına çeken ABD için CIA’nın Türkiye’de örgütlenmesinin yanında, güçlü Türk Ordusu’nun kontrol altında tutulması da zaruret olarak değerlendirilmiştir. Bu kapsamda, 20. yüzyılın başlarından itibaren Osmanlı Devleti’nde etkin olan Almanların sistemi örnek alınarak, Amerika’da Türk Subay ve Astsubaylar eğitilmeye başlanmıştır. Aynı bağlamda ilişkiler Türkiye’nin NATO bünyesinde Kore’ye asker göndermesi ile devam etmiştir. Bu dönemde Türkiye, CENTO (Merkezi Antlaşma Teşkilatı, önceki ismi Bağdat Paktı, “1955-1959”) gibi güvenlik ve savunma örgütleri ile Dünya Bankası’na üye olmuştur.

İkinci Dünya Savaşı ile başlayan süreçte filizlenen, CIA ile ivmelenen yapılanma sonucunda, İnönü ve Menderes dönemlerinde, ABD’ye çok geniş imtiyazlar tanıyan, bazıları Meclis onayından geçmeyen 55 ikili anlaşma yapılmıştır.

ABD, Türkiye’yi, Sovyetler Birliği ile mücadele merkezi hâline getirmiş ve son tahlilde askerî ve lojistik yapılanmasını tamamlamak için 1955’te Adana’da İncirlik Üssü’nü, 1957’de Amerikan güdümlü füze üssünü ve 1959’da balistik füze üssünü kurmuştur.

İran’da, 1951 yılında iktidara geçen Muhammed Musaddık’ın, ülkesinde bulunan İngiliz petrol tesislerini millileştirmesinin ardından; Musaddık’a darbe yapılması, Irak ve Lübnan’da karışıklık çıkartılması ve Mısır’ın sosyalist politikalarının kontrol altına alınması yönünde CIA tarafından yapılacak operasyonlarda Türkiye’nin üs bölgesi olarak kullanılmasına karar veren ABD, faaliyetlerini icra etmek için Londra’da yapılacak toplantıya Türkiye’yi de çağırmıştır. ABD, İngiltere ve Türkiye ekseninde yapılan ve konusu Orta Doğu olan toplantıdan sonra 6. Filo, 15 gemilik bir deniz gücü ile İstanbul’a gelmiştir. CIA’nın güdümündeki Gladio (Latince kılıç anlamını taşımakta olup ABD ve İngiliz gizli servislerinin operasyonlarında kullandıkları kontrgerilla örgütlenmesi) uzantılarının operasyonları ve çıkartılan darbelerle 1952 ve 1953 yıllarında Çekoslovakya, Macaristan, İran ve Mısır’da iktidarların değişmesi sağlanmıştır. Mısır’da ve İran’da ülke kaynaklarını millileştirme ve Sovyetlere yakınlaşma siyasetleri böylece cezalandırılmıştır.

DP iktidarının ikinci dönemindeki ABD-Türkiye ilişkilerini anlatan Amiral Sezai Orkunt, o dönemi eserinde şöyle değerlendirmiştir: “1955-1960 yılları, Sovyetler Birliği’nin Türkiye’yi havadan aşarak Orta Doğu’ya girdiği, Komünizmin, Araplarda Milliyetçilik ile Sosyalizmi kuvvetlendirerek Türkiye için tehdit oluşturmakta olduğu bir dönemdir. ABD ise Türkiye, Pakistan ve İran’a Komünizmin yıkıcı faaliyetlerine karşı koruma garantisi vermiştir.” ABD, “Eisonhower Doktrini” ile Türkiye’ye garantiler veriyor, ancak; kendisi de tehlikeli bir şekilde, Türkiye’nin iç ve dış politikada egemenliğine ortak olacak derecede istila hareketine devam ediyordu. Aynı dönemde, Amerika Birleşik Devletleri, İsrail’in çıkarları ister uygun olsun ister olmasın, Orta Doğu’da meydana gelecek her türlü değişim, oluşum ve karmaşada askerî ve siyasi gücünü kullanmak için Türkiye’nin önemini doğrular tarzda değerlendirmeler yaparak üs kurmaya ve kontrgerilla yapısını oluşturmaya devam etmiştir.

ABD istihbaratının Türkiye’ye yerleşmesi ve MAH (Millî Emniyet Hizmeti Riyaseti 1926-1965 Türk İstihbarat Örgütü) ile kol kola çalışmaya başlamasından sonra MAH’ın Türkiye’de bulunan sol örgütler ve siyasi oluşumların merkezlerine girdiğini görmekteyiz. ABD ve İngilizlerin hükûmetler düzeyinde yaptıkları girişimler neticesinde siyasi partilerin il ve ilçe teşkilatlarına sokulan ajanlar vasıtasıyla âdeta bir cadı avı başlatılarak komünistler tutuklanmıştır.

ABD’nin, Orta Doğu’yu, deniz ticaret yolunu ve Balkanları kontrol altında tutmak için Akdeniz’e yerleşmeye başlaması en çok müttefiki İngiltere’yi rahatsız etmiştir. Doğu Akdeniz’i kontrol altında tutmak için Kıbrıs’ın önemini iyi bilen ABD istihbaratı, Kıbrıs’ta İngiliz hâkimiyetini zayıflatmak maksadıyla karışıklık çıkmasını istemiştir. Çünkü sorun varsa çözüm masasında ABD olacak ve İngilizleri sıkıştırarak Akdeniz’de bir şekilde hâkimiyet tesis edecektir. İşte bu amaç için propaganda ve manipülasyona başlayan ABD’nin maaşlı kalemleri gazetelerde Türkleri ve Rumları kışkırtmaya yönelik yazılara başlamışlardır. Amaç, İstanbul’da bulunan Rumlara karşı Türkleri kışkırtarak, Ada’da bulunan ve tetikte duran faşist Rumların, Kıbrıs Türklerine saldırılara devam etmesini ve kaos yaşanmasını sağlamaktır. Bu amaca yönelik olarak 1955 yılının Eylül ayının başlarında gazeteler bombayı patlatan haberi manşetlerine taşımışlardır. İstanbul halkı gazetelerde, “Atatürk’ün, Selanik’te bulunan evinin bombalandığı” haberlerini okumuştur. Atatürk sevgisinin ve hassasiyetinin bu şekilde manipüle edilmesi üzerine, içinde ajanların bulunduğu Türklerin, gayrimüslim vatandaşların yaşadığı semtlerde başlayan eylemleri, tahrip ve yağmaya dönüşmüştür. 6-7 Eylül olaylarının sonucunda; 73 Kilise, 1 Havra, 3 Manastır, 5583 iş yeri, ev ve dükkân tahrip edilmiş, olaylar esnasında 3 kişi ölmüş, 30 kişi yaralanmıştır.

DP’nin 1957 yılından sonra iç ve dış siyasette yaptığı değişiklikler ile farklı siyasal alternatiflere yönelmesi, dolaylı olarak Türkiye’yi 27 Mayıs 1960 darbesine götürmüştür. Darbenin ardından hükûmet üyeleri ile demokratlar tutuklanarak hapishanelere konulmuşlardır. Ülke yönetimine tam anlamıyla hâkim olan cunta tarafından, 1926 yılından bu tarafa Türkiye’nin Millî İstihbarat Örgütü olan MAH (Milli Emniyet Hizmeti Riyaseti) hakkında, önceki hükûmetin hafiyelik teşkilatı olduğuna karar verilerek ıslah edilmesi yoluna gidilmiştir. MAH, revizyona tabi tutulduktan sonra birçok ajan tutuklanarak sorgulanmıştır. MAH’ta bulunan doküman ve belgelere el konularak cunta hakkında bilgi içeren evraklar imha edilmiştir. MAH tasfiye edilmiş, üyelerinin neredeyse tamamına yakını görevden uzaklaştırılmış ve yerlerine yeni atamalar yapılmıştır. Cunta tarafından dağıtılan MAH’ın başkanlığında bu tarihten sonra subaylar bulunmuştur. MAH, 1965 yılında yeniden organize edilerek 644 sayılı MİT Kanunu ile Millî İstihbarat Teşkilatı’na dönüştürülmüştür. MİT, Millî Emniyet Hizmetleri Başkanlığı, İstihbarat Başkanlığı, Psikolojik Savunma Başkanlığı, İdari İşler Başkanlığı, Teftiş Kurulu Başkanlığı ve Hukuk Müşavirliği birimlerinden oluşmuştur.

1970 yılında meydana gelen terör olaylarından sonra Türkiye’nin bazı bölgelerinde sıkıyönetim ilan edilmiştir. Süleyman Demirel başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu’nda asker ve polisin üniversitelere girmesinin önünü açan bir kararname çıkmıştır. Asker içerisinde ihtilal tezgâhlayan Cemal Madanoğlu cuntasının güdümündeki sivil bir ekibin olayları körüklediğini iddia eden Uğur Mumcu, Ziverbey Köşkü sorgulamalarında bu iddiasını reddetmiştir. Cemal Madanoğlu’nun oluşturduğu “askerî sol sivil” cuntadan haberdar olan CIA, ABD aleyhtarı bu yapıyı kökten silmek için karşı bir darbe tezgâhlamıştır. Madanoğlu cuntasının 9 Mart 1971’de yaptığı darbe kalkışması bertaraf edilmiştir.

12 Mart 1971’de ordu komutanları verdikleri muhtıra ile Başbakan Demirel’i istifa ettirmişlerdir. Doğrudan yönetimi devralmak istemeyen askerler, Nihat Erim tarafından kurulacak hükûmeti tasvip etmişlerdir. 27 Mayıs’ta olduğu gibi 12 Mart’ın arkasında da CIA gerçeğinin varlığı inkâr edilemez bir realitedir. 27 Mayıs ve 12 Mart darbelerinin yapılma gerekçeleri yıllar sonra anlaşılmıştır. Tekrar geçmişe dönerek 27 Mayıs ve 12 Mart darbelerinin ortak gerekçelerini öğrenelim: 1950’li yıllarda Türkiye, dünya haşhaş üretiminde üçüncü sırada bulunuyordu. Haşhaş üretimi, Türkiye’ye milyonlarca dolarlık gelir sağladığı gibi 90 bin Orta Anadolu ailesinin de geçimini temin ediyordu. Türkiye’nin önemli düzeyde haşhaş üretimi yapmasını çıkarlarına uygun görmeyen ABD’nin, 1959 yılında haşhaş üretimini yasaklaması için Türkiye’ye yaptığı teklif Menderes tarafından kabul görmemiştir. ABD’ye ilk kez kafa tutan ve alternatif olarak Ruslarla ilişki kurmak isteyen Menderes’in, ABD’ye karşı çıkışları çoğalınca, CIA tezgâhlı 27 Mayıs darbesi ile tasfiyesi sağlanmıştır. 1970 yılına geldiğimizde ABD, bu kez Demirel’den haşhaş üretiminin yasaklanmasını istemiştir. Ancak, Bakanlar Kurulu’nda ABD’nin bu isteği kabul edilmemiştir. 12 Mart darbesinden sonra askerî cuntanın icazetiyle kurulan Nihat Erim Hükûmeti, ABD’nin isteğini kabul ederek, 29 Temmuz 1971’de, Türkiye’de haşhaş ekimini yasaklamıştır.

12 Mart darbesinin üzerinden yaklaşık bir yıl geçtikten sonra darbelerin arkasında kimlerin olduğuna dair Batı basınından kokular gelmeye başlamıştır. 21 Mart 1972 tarihli Daily Telegraph gazetesinin, CIA kaynaklarına dayanarak yaptığı haberin Türkiye bölümünde şunlar yazılmıştır: “1960 Türkiye; CIA’nın General Gürsel’e Menderes Hükûmeti’ni devirmesi için yardımı, 1971 Türkiye; ordunun girişiminden hemen sonra hükûmetin zorunlu istifasında CIA ajanlarının eylemli katkısı.” Yıllar sonra o günün Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil tarafından 1976 tarihinde Politika gazetesine verilen röportajda, 12 Mart darbesinde CIA’nın varlığı doğrulanmıştır.

1970’li yıllarda Türkiye Cumhuriyeti hükûmetlerinin, Sovyetler Birliği ile yaptığı anlaşmalar, Türk halkı arasında yayılan anti Amerikancılık ve İsrail karşıtlığı, ABD için tehlike sinyali olarak değerlendirilmiştir. 1974‘te ABD’nin karşı çıkmasına rağmen yapılan Kıbrıs Barış Harekâtı, ABD’ye Türkiye üzerindeki kontrolünü kaybetme aşamasına geldiğini düşündürtmüş ve CIA bir kez daha devreye sokulmuştur. CIA kaynaklı dış baskılara dayanamayan Ecevit Hükûmeti’nin istifasından sonra kurulan hükûmetlerden de istediği sonucu elde edemeyen ve anti Amerikancı dalgayı durduramayan ABD, CIA’nın kontrolünde bulunan grupları provoke ederek Türkiye’yi bir kaos ve anarşi ortamına sürüklemiştir.

1 Mayıs olayları, Kahramanmaraş ve Çorum hadiseleri, aydınların, gazeteci ve yazarların öldürülmesi ile gizli servislerin örgütlediği ve silahlandırdığı fraksiyonlar arasında meydana gelen “sağ-sol çatışmaları” halkı korkuya ve ülkeyi asayişsizliğe sürüklemiştir. Olayların giderek tırmanması üzerine, “ordunun müdahalesi” fikri halkta taban bulmuştur. “Ordu gelsin, kurtarsın” söylemi yayılmaya başlamış ve zihinlerde geçerlilik bulmaya başlamıştır. Müdahale fikri ve ordu gelsin kurtarsın söyleminin nereden tezgâhlandığı ve halk arasında nasıl yayıldığını anlamak için ABD Silahlı Kuvvetler Dergisi’nin, 1980 yılı Haziran ayındaki sayısında yazılan şu cümleye bakmak sanırım yeterli olur: “Türkiye’de gelişmeler öyle bir noktaya gelmiştir ki, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin müdahalesinden başka bir çıkış noktası görülememektedir. Ordu müdahale edecek, ancak gelişmeleri uzun vadede o da düzeltemeyecektir.”

Kurulan tezgâhla birçok Türk vatandaşı hayatını kaybetmiş ve kardeş kardeşe kırdırılmıştır. Nihayetinde 12 Eylül 1980 tarihinde askerî cuntanın yönetime el koyduğunu duyurduğu saatlerde, ABD’nin Ulusal Güvenlik Konseyi Türkiye Masası Sorumlusu Paul Henze, Beyaz Sarayı arayarak “Senin çocuklar işi başardılar.” demiştir. Darbenin arkasından Kenan Evren, MİT’i kontrol altında tutmaya çalışmıştır. CIA ile kirli ilişkileri tespit edilenlerin deşifre edildiği, tarihe “MİT Raporu” olarak geçen çalışmayı görmezden gelerek, suçu açığa çıkarılanlar hakkında işlem yapmayan cunta, raporları hazırlayanlara operasyon yaptırarak MİT’in birçok personelini görevden uzaklaştırmıştır. Tasfiye edilenlerden birisi Hiram Abas, diğeri ise raporu hazırlayanlardan Mehmet Eymür’dür.

ANAP iktidarı ile gelen liberalizm, piyasa ekonomisi gibi kavramların etkisiyle Türkiye değişim rüzgârlarının etkisine girmiştir. 01.01.1983 tarihinde 2937 sayılı kanunla MİT’e yeni bir statü kazandırılarak MAH Başkanlığı fiilen de kaldırılmıştır. 2937 sayılı kanunla MİT, asker egemenliğinden siyasi gücün egemenliğine doğru evrilmiştir. Başbakan Özal’ın; Korkut Eken, Hiram Abbas ve Mehmet Eymür gibi MİT mensuplarından elde ettiği bilgilerle MİT’i tamamen sivilleştirme gayretleri CIA güdümlü Türk Gladiosunun müdahalesi ile neticesiz kalmıştır. Cuntanın devam eden etkinliğinden faydalanan askerler, Turgut Özal’a yakınlığı ile bilinen MİT mensuplarını tasfiye etmişlerdir.

1991 yılından sonra Sovyetler Birliği’nin dağılması ile Doğu Bloku kendini imha ederken yeni bir dünya düzeni için istihbarat örgütlerinin vazifelerinde de değişimlere gidilmesi kaçınılmaz olmuştur. Sovyet hâkimiyet alanından boşalan coğrafya ile soydaşlık ve din faktörleriyle yakın bağlar kurabilecek Türkiye üzerinden insan kaynaklı yapılacak CIA çalışmaları için uzun süredir ilişki içerisinde olduğu Fethullahçı yapılanma bulunmaz bir fırsat olarak değerlendirilmiştir. Sovyetlerin dağılması ile ABD ve İngiltere’nin yeniden şekillenen politikalarında; Kafkasya ve Orta Asya coğrafyasında bulunan Türk Cumhuriyetlerine sızmak ve bu ülkeleri kontrol etmek için Fethullahçı örgütün yapısını kullandıkları bugün bilinmektedir.

Fethullahçı yapının okullarını finanse eden ABD, yararlanabileceği kişileri ve Türkiye’de kamu görevinde bulunan örgütün mensuplarını petrol şirketlerinin verdiği burslarla eğiterek Türkiye’ye tekrar göndermiştir. CIA ile yakın ilişkili olan ve Fethullahçı yapılanmada önemli görevlere getirilen bu kişiler, ABD’nin istekleri ve çıkarlarına uygun şekilde Türkiye’nin tüm kamu kurumlarına sızarak nüfuz oluşturmuşlardır. BOP kapsamında Fethullahçı yapılanmanın okullarında Batı karşıtlığının önüne geçilerek CIA desteğinde psikolojik harekât yapılmıştır. Yeni dünya düzeninde şartların ve coğrafyaların değişimiyle petrol ve doğal gaz gibi kaynaklara daha rahat ulaşmak için Türk ve Müslümanları kendi iradelerinde yönlendirmek ve kontrol altında tutmak isteyen ABD ve İngiltere, Fethullahçı yapıya ödüller vermiş, finansal olarak destek sağlamıştır.

CIA kontrolünde ABD’den yönetilen Fethullahçı yapı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kılcal damarlarına kadar sızarak ABD’nin projelerine uşaklık etmek için Türkiye’ye tamamen hâkim olmak istemiştir. Ergenekon ve Balyoz gibi tezgâh operasyonlarla ordu içerisindeki anti Amerikancı ve tam bağımsızlıkçı subay ve astsubaylar tasfiye edilmiştir. Fethullahçı yapılanma tarafından yargı eliyle, 7 Şubat 2012’de MİT Müsteşarı ifadeye çağrılmış, 17-25 Aralık 2013’te hükûmete kumpas kurulmuş ve 6-7 Ekim olaylarında PKK terör örgütü ile ortaklık yapılmıştır. O tarihlerde vatanseverlere, Atatürkçülere ve hükûmete yapılan kumpaslar, operasyonlar ve zımni darbe girişimleri, CIA güdümlü Fethullahçı terör örgütünün, Türkiye’de iktidarı ele geçirme niyetini ve kararlılığını ortaya çıkarmıştır. Yaptığı kumpas ve operasyonlardan istediği sonucu alamayan FETÖ’nün; takiyeci, kirli ve alçak yüzünü gören Cumhurbaşkanı Erdoğan ve hükûmetin, örgütü tasfiye etme niyetinden ve girişimlerinden (Cemaat okullarının kapatılması projeleri vb.) kuşkulanan örgüt elebaşı ve mensupları son kozlarını oynamaya karar vermişlerdir. CIA’nın desteğini alan Fethullahçı Terör Örgütü, 15 Temmuz 2016 tarihinde, alçakça bir darbe girişiminde bulunmuştur. Teröristler; kendi halkını, askerini, polisini öldürmüş ve TBMM’yi bombalamıştır.

Başta Türk milleti olmak üzere vatansever askerler ile polislerin direniş ve kahramanlıklarının yanı sıra Cumhurbaşkanının ve tüm siyasi partilerin TBMM’de gösterdikleri kararlı duruşları neticesinde darbe girişimi bertaraf edilmiştir.

İkinci Dünya Savaşı’ndan bu tarafa Türkiye’ye çöreklenen, bütün darbelerin arkasında bulunan ABD İstihbarat Örgütleri, bugün de Türkiye’nin; Orta Doğu, Ege, Akdeniz, Libya ve Kafkasya politikalarına karşı tam bağımsız politika izlemesine, Rusya ile yapılan ekonomik anlaşmalar neticesinde oluşan yakınlaşmaya karşı rahatsızlığını belli etmekte ve operasyonlarına devam etmektedir. CIA’nın, Beyaz Saray ve Pentagondan aldığı destekle, ABD karşıtı gördüğü her anlaşmayı, uygulamayı ve çalışmayı boşa çıkartmak amacıyla Türkiye’de kaos çıkarmak, hükûmete gözdağı vermek, provokasyon ve terör eylemleri yapmak gibi operasyonların içinde olduğu bir gerçektir.

Bugün MİT ve CIA ilişkileri geçmişten farklı bir düzeyde seyretmektedir. CIA boyunduruğundan kurtularak bağımsız çalışan MİT’in yurt içinde ve dışında başta PKK ve Fethullahçı Terör Örgütü’ne karşı başarılı operasyonlar düzenlediğine şahit olmaktayız. Türk milleti, CIA gibi yabancı istihbarat örgütlerinin kendilerine yeni uşaklar ve işbirlikçiler edinebileceklerini bilerek, PKK ve FETÖ benzeri terör örgütlerinin palazlanmasına izin vermemeli ve tarihten ders çıkararak, bağımsızlığımıza zarar verecek yapılanmalara karşı daima tedbirli olmalıdır.