Şimdi yükleniyor

Bitmeyen Yaramız: Kültür Çatışmaları

111sayiK 2

Bitmeyen Yaramız: Kültür Çatışmaları

Tarih boyunca en önemli zaaflarımızın başında kültürel etkilere açık olmamız gelir. Bu yüzden zaman zaman en büyük faciaları yaşarız. Bazen de uzun ve acı esaret günleri geçiririz. Bu, tarihin bilinen en eski dönemlerinden beri tekrarladığımız yanlışlardan biridir. Başka ülkelerin kültürel propagandaları bizi fareli köyün kavalcısı gibi alır ve bilinmeyen yerlere götürür.

Bu acı olaylar üzerine Orhun Abidelerinde Bilge Kağan, en sert eleştirilerinden birini yapar: “Türk milleti! Seni süngülüler mi götürdü? Hayır sen kendin gittin!” ifadesiyle bu toplumsal zaafımızı vurgular. “Tatlı söze ve yumuşak ipeğe kanan” dedelerimiz acı bir esaret hayatı sonrası bağımsızlığını yine kendi özüne dönerek kazanır.

Tarih içinde zamanla Fars kültürünün yoğun etkisi altında kaldığımız gibi Arap kültürünün de etkisinde kalarak kültürel kimliğimizi tamamen yitiririz. Bugün bütün İran coğrafyasında, İran kültürünün etkisi altında kimliğini yitirmiş çok sayıda Türk topluluğunun yaşamasının sebebi hep bu kendi öz kültürümüzün, yoğun kültürel etkilerin altında kalmasından kaynaklanır. Bağdat dâhil olmak üzere Filistin, Mısır, Tunus, Libya ve Cezayir’de dilini ve kültürünü unutmuş birçok Türk topluluğunun bulunmasının sebebi, yaşadığımız kültür çatışmaları sırasında kültürümüzü ve dilimizi hep kaybetmemizdir. Bu konuda o kadar acı örnekler vardır ki Türk milletini kötüleyen ve küçük gören Şehnâme’yi bir Türk hükümdarının yazdırması, bu kültürel konularda ne kadar vurdumduymaz olduğumuzu gösteren örneklerden biridir.

Kültür çatışmalarının başımıza açtığı en büyük felaketlerden biri de Batı kültürünün, sistematik olarak kendi öz kültürümüze karşı verdiği savaşı adım adım kazanmış olmasıdır. Osmanlı Devleti’nin duraklama ve gerileme dönemi ile birlikte Batılılaşma, asrileşme veya medenileşme adı altında ülkemize parlak sözler ve vaatlerle giren Batı kültürü, kültürel kimliğimizi yok etmiş, bir aşağılık kompleksi içinde Batı’nın emperyalist zihniyetine bizi teslim etmiştir.

Son iki yüz yıl içinde attığımız her adım bizi kültürel kimliğimizden uzaklaştırarak Batı’ya hayran bırakmış; onları kendinden üstün gören bir köleleşme zihniyetinin iliklerimize kadar girmesine sebep olmuştur. Zamanla “Asılacaksan bile İngiliz ipiyle asıl.” deyişi bir atasözü olarak beynimizde yer etmiştir. Girdiğimiz sosyal, siyasi ve askerî dar boğazlardan kendi çıkış yolumuzu bulma yeteneğimizi, bu körü körüne kapıldığımız kültür rüzgârlarının etkisi yok etmiştir.

Bu dönemde yazılan birçok gezi ve gözlem kitabında “Batılılaşmaktan başka çaremiz olmadığı” yazılmış, birçok genç henüz lise çağında ailesinin mal ve mülkünü yok pahasına satarak Avrupa’ya gitme derdine düşmüştür. Son iki yüz yıllık tarihimiz içinde bunun o kadar çok acı örneği vardır ki bu örnekler yan yana getirildiği zaman ciltler dolusu kitap eder. Asrileşme olarak değerlendirilen en basit Batılı yaşama şekli, bizim için hayatın en önemli değeri hâline gelir. Zaman zaman Batılıların, kendilerinin bile eleştirdikleri ahlaki olmayan tutum ve davranışları bir yaşam biçimi olarak günlük hayatımızın içine sokarız. Bu o kadar ileri gider ki İstanbul’un devleti yöneten en seçkin aileleri, kendi ülkelerinde tutunamamış sözde mürebbiye ve öğretmenleri baş tacı ederek özel hayatlarının içine sokmuşlardır. Bu da toplum hayatımızı kökünden sarsmıştır.

Türkiye’nin en seçkin okulu olarak kurulmuş Galatasaray Lisesi’ne müdür, eğitici, öğretmen olarak gönderilen kimselerin Fransa’da öğretmenlik yapamayacak kadar yeteneksiz kimseler olduğu anlaşılamamıştır. Çocuklarımız, ülkelerinde öğretmenlik yaptırılmayan bu insanlara teslim edilmiş ve baş tacı yapılmıştır. Fransa bunlara ve Türk öğrencilerine diploma verirken “Doğu için iyidir.” mührünü vurma ahlaksızlığını gösterebilmişlerdir. Bu durum bugün de sinsi ve fark edilmeden yürütülmektedir. Yurt dışından ithal ettiğimiz otomobillerle Avrupa ülkelerinde kullanılan aynı model, aynı yaşta otomobillerin kalite bakımından aynı olmadığı gerçeği, kendilerine benzemeye çalıştığımız Batı seçkinlerinin iki yüzlülüğünün hâlen devam ettiğini gösterir.

Bu gözü kapalı medenileşme histerisinde Türk gençleri kendilerine öz güvenlerini yitirmiş, Batı’nın sözde düşünürü üçüncü sınıf yazarlarının etkisinde kalmışlardır. Döneminin büyük felsefecisi sandıkları sözüm ona sözde eli kalem tutan insanlarının peşinden gitmişlerdir. Bu, o dereceye kadar varır ki Türklerin, medenileşmesi mümkün olmayan yarı vahşi toplum olduğu fikri dilimize çevrilerek binlerce adet satış yapabilmiştir.

Daha da kötüsü bazı edebiyatçılarımız ve aydınlarımız “Nev Yunanilik” adıyla ortaya çıkan hareketi bir sanat ve fikir hareketi olarak değerlendirip Eski Yunan medeniyetini taklit etmek için yarışırlar. Oysa Nev Yunanilik Akımı, Türkleri Eski Yunan Medeniyeti’nin yaşadığı topraklardan tasfiye etmek için ortaya çıkarılmış siyasi ve diplomatik bir harekettir. Döneminde İngiliz, Fransız, Amerikalı, Alman bütün batı ülkelerindeki devlet adamlarının yürekten inandıkları bir Türkleri tasfiye hareketidir. Üstelik bu o kadar açık olarak yapılmıştır ki bizim aydınlarımızın bunu görmemeleri, işte bu başka kültürlere duyulan kör hayranlığın sonucudur. Bu kültür çatışmasında tarafını bilmeyen bir aydın grubunu yetiştirdik ve bu aydın grubu, kendi milletinin millî varlığını yok etmek isteyenlerin ateşine odun taşıma gafletini gösterdi.

Bunun temel sebepleri arasında uyguladığımız yanlış eğitim politikaları bulunmaktadır. Bu politikalar, eğitimin içine Batı’nın sadece bilim ve teknolojisini almak yerine Batı’nın yaşayış biçimini topyekûn aktarmak olarak anlamamızdır. Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde iki ayrı insan modeli yetiştirme hatasına düşülmüştür. Yeni kurulan Maarif Vekâleti, Batılı tarz bir eğitimi aynen kopya ederken klasik medrese eğitimi de kendi içinde gelişmiş, bu iki okuldan mezun olan devlet adamı ve aydınlar arasında sonucu düşmanlıklara kadar varan bir çatışma yaşatmıştır. Osmanlı Devleti’nin yıkılışının en önemli sebeplerinden biri de bu iki kardeş grubun birbirine düşman hâline getirilmesidir.

Bunun yanında bir de sorumsuzca yabancı okulların ülkemize girişine izin verdik. Bu durum, Batı kültürünün Anadolu’nun en ücra köşelerine kadar yayılmasına sebep olmuştur. Amerikan Kolejleri, Alman, İngiliz ve Fransız okulları geleneklerimize ve kültürümüze tamamen zıt bir eğitim tarzıyla kendisini küçük gören, içinden çıktığı toplumun bütün değerlerini küçümseyen bir okumuşlar zümresi oluşturmuştur. Kendi değerlerine düşman, Batı’nın bütün değerlerini kutsayan bu zihniyetin en can acıtıcı örneğini İzmir’in 15 Mayıs 1919’da işgali sırasında görürüz. Batı tarzı eğitimi yeni bir kutsal değer olarak gören bir tanınmış yazarımız, Fransa’da Fransızca yayınlanan bir dergiye gönderdiği yazıda, “Ege’nin mavi gözlü çocukları İzmir’e medeniyeti getirdiler.” diyebilmiştir. Oysa İngiltere ve Amerika’dan gelen bir soykırım heyetinin verdiği raporda bile Yunanlıların Ege Bölgesi’nde yaptığı vahşet en acı örnekleriyle rapor hâline getirilmiştir.

Millî Mücadele sadece topraklarımıza giren düşmanlarla değil, bu yanlış eğitim ve kültür politikaları ile de olmuştur. Bu yüzden bütün yabancı okulların bir kısmı hemen, bir kısmı ise tedrici olarak yerine kendi okullarımız kurulduktan sonra faaliyetlerine son verilmiştir. Faaliyetlerine son verilmeyen bu yabancı okullarda ise Millî Eğitim Bakanlığı’nın hazırladığı müfredatın okutulması zorunlu hâle getirilmiş ve aynı zamanda Millî Eğitim Bakanlığı tarafından teftiş edilmeye başlanmıştır. Dönemin dünyada en tanınmış eğitimcilerinden biri olan John Dewey Türkiye’ye davet edilmiş, burada üç ay kalarak bir rapor vermiş ancak Millî Eğitim Bakanlığı bir yabancıya teslim edilmemiştir.

1948 yılından itibaren ise başta Amerika olmak üzere Batılı ülkelerle yaptığımız anlaşmalar çerçevesinde yeniden yabancı okulların kurulmaya başladığı, günümüzde bunun gittikçe artarak en küçük illerimize kadar yayılmaya başlandığını görmekteyiz. Bu eğitimde karşı karşıya kaldığımız tehlikeli dalga önce İngilizce eğitim verilen üniversitelerle başlamış, daha sonra Fransız ve Almanca eğitim veren üniversitelerin açılmasıyla devam etmiştir. Bu satırların yazarı, 1982 yılında yabancı dille eğitim veren üniversitelerde Türkçenin değer kaybetmesi ve öğrencilerin tamamen farklı dil ve kültürün etkisinde oldukları raporunu hazırladığı zaman âdeta aforoz edilmek istenmiştir. Bugün bu üniversitelerde okuyan gençlerimizin ülkemizin en zeki ve çalışkan öğrencileri olarak Batı ülkelerine gidip o ülkelere hizmet ettiğini acı bir şekilde görmekteyiz.

Günümüzde büyük şehirlerin dev reklam panolarına Cambridge, Oxford, Stanford okullarının eğitim programlarını uyguladıklarını yazan özel okulların reklam afişlerini ibretle görüyoruz. Oysa bu okullar Millî Eğitim Bakanlığı’nın müfredatını uygulamak zorundadır. Bunun yanında İngiliz, Amerikan, Fransız ve Alman okullarının kurulduğu ve buralarda derslerin İngilizce, Almanca ve Fransızca verildiği; bu okulların ülkelerindeki dinî tatilleri ve paskalya törenlerini kutladıklarını hayretle gözlemliyoruz.

Unutmamamız gerekir ki kendi vatan topraklarının gerçeğine dayanmayan bir eğitim, bir ülke için felaket getirir. Bunun, tarihimizde acı örneklerini görüyoruz. Tamamen yerli ve Anadolu topraklarının ihtiyaçlarını karşılayacak bir eğitim sisteminden, programından ve çalışmalarından uzaklaşmamız, bizim toplum olarak gelecekte kültürel kimliğimizi yok etmemiz anlamına gelecektir.