Şimdi yükleniyor

Hepimiz “Son İttihatçı”yız

109sayik 5

Hepimiz “Son İttihatçı”yız

Anadolu’da “dellenmek” diye bir hâl vardır. Deliden türemiştir ama deliden biraz farklıdır. Çünkü bu sefer deli, delirmekte haklıdır. Dellenmek, kendi içinde haklı ve makul bir zıvanadan çıkma hâlidir.

“Bu yüzden de bir adama neden kızdın, neden ağladın, neden bağırdın, neden vurdun, neden kırdın?” soruları sorulabilir; ama “neden dellendin” denilmez.

Çünkü deliler, “akıl sahipleri” kastında olmadıkları için Allah’a bile hesap vermezler!

Cennetten kovulmamıza duhulleri yoktur.

Deliler daima haklıdır! Öyleyse; şimdi deliyi kimin delirttiğine bakılmalıdır.

İttihatçılık, Türk’ün “Dellenmiş” hâlidir.

Üstat Mustafa Çalık’ı uzaktan takip ederdim. İyi bir yazar olduğu kadar belli ki sağlam bir “okuyucu”ydu.

Bir tarihçi olarak, O’nun neleri okumuş olduğunu biliyorum. O yüzden de “Son İttihatçı” ünvanını benimsemesini gayet iyi anlayabiliyorum.

Hatta tevazu içinde söylediği, “Türk milletinin her ferdinde bir İttihatçı damar vardır, o yüzden de ben kendimi ‘Son İttihatçı’ olarak görmüyorum.” sözlerindeki gizli temenniye de saygı duyuyorum.

İttihatçılar evet, darbe yapmıştır, suikast yapmıştır, can vermiş, can almıştır, savaşa girmiş savaşmıştır. Savaş bittikten sonra bazıları sır, bazıları şehit olmuştur. Ama İsviçre’ye, Paris’e sığınmamıştır.

İttihat ve Terakki’nin askerî kanadı, yorgun ve yaralı hâliyle İstiklal Harbi yapan bir kadrodur.

Kurtuluş Savaşı’nı, Trablusgarp’tan ve “Batı Trakya Türk Cumhuriyeti”nden provalı olan Teşkilat-ı Mahsusa yapmıştır.

Teşkilat-ı Mahsusa, Türk’ün devlet aklıdır.

Teşkilat-ı Mahsusa, hepimizin içindeki o “Son İttihatçı” dır.

Çalık üstadın, özellikle Enver Paşa’ya gösterdiği teveccüh, yukarıda kısaca açılımını yapmaya çalıştığım “dellenmek” sadedinde anlaşılmalıdır.

Sol, ODTÜ-Hacıbektaş ekseninden çıkıp Boğaziçi Bebek varoşlarında Ermeni dostu olalı beri, Milliyetçi “tarih okuyucuları” dışında, Enver Paşa’yı dürüstçe okuyup yazacak adam da yoktur.

İslamcılar, Abdülhamid’i devirdi diye Enver’e düşmandır. Kemalistler, “Atatürk’ü tahtından indirebilir” kaygısıyla Enver’i Sarıkamış’ta dondurmuşlardır.

Üstüne bir de zorlama İzmir Suikastı davası vardır.

Yani Türkiye’de İttihatçılık, yüz yıl sonra bile zor bir zanaattır.

İşte merhum Çalık, Anadolu irfanı üzerine Kelkit kıraeti ve Ocak terbiyesiyle okudukça yavaş yavaş zıvanadan çıkmış, nihayet dellenmiş ve “Son İttihatçı” ünvanını böyle kazanmıştır.

Belki de mütegallibenin, Anadolu çocuklarının okumasından rahatsız olmasının sebebi budur.

Çünkü delikanlı harmanı Anadolu’da bilgi, kitapta durduğu gibi durmamaktadır.

Çalık Hoca, eminim ki “Mesail-i Mühimme-i Siyasiyye” yi okumuştur. Nizamettin Nazif’in “Balkan Komitacıları”nı okumuştur. Mehmed Arif’in “Başımıza Gelenler”ini okumuştur. Yemen İsyanları, Zeydîler, Karmatîler, Şerif Aliler, Şerif Hüseyinler, “Moskof Mezalimi”nden, Eğri, Yanık, Özi, Akkerman Kalelerinde kılıçtan geçirilen Türklerden haberdardır.

O da bizim gibi “Yunan Mezalimi”ni, Mora katliamını okumuştur.

Kıbrıs’ta kanlı Noel günlerinde muhtemelen çocukluk günlerine denk gelmiştir.

“Komünistler Moskova’ya” diye bağırdığımız günlerde delikanlı; “Ermeni uşağı katil Fransa” günlerinde yetişkin; “Şehitler ölmez vatan bölünmez” le geçen kırk yıl boyunca da olgun bir mütefekkirdir.

Olayların nereden gelip nereye gittiğini bilen bir mütefekkir…

Bu müteselsil kahpelik karşısında “Son İttihatçı” olmayıp da ne olacaktır?

İhanet Mektep Marifetiyle Geldi

Bizim “Devlet-i Âliyye” dediğimiz o mübarek ülkeye “günah imparatorluğu” diyen ve 1820’de İzmir’e ayak basar basmaz onu yıkmaya yemin eden Amerikan misyonerleri 1860’tan 1891’e kadar Anadolu’da 9 büyük kolej kurmuşlardır.

Bunlardan 4 tanesi Pehlivan Sultan Abdülaziz Han, 5 tanesi de Cennetmekân Sultan Abdülhamid zamanında kurulmuştur.

Anadolu’da, Abdülhamid döneminde kurulan 5 Amerikan Koleji’nin ana sponsoru Ermenilerdir. Bu okulların açılmasından sonra Anadolu’da Ermeni isyanları, pıtırak gibi patlamıştır.

İletişimin bugünküne nazaran son derecede zayıf olduğu bir dönemde, komşu illerdeki isyanların aynı günde çıkması, kilisenin “kimlik ve ideoloji taşıyıcı” bir siyasi figür olduğunu göstermesi bakımından önemlidir.

Dönemin devlet başkanı “Ulu Hakan” Abdülhamid Han’ın, meseleyi güya merak eden Amerikan Büyükelçisi Terrel’a verdiği ve 1 Kasım 1897’de, “Century Magazine” gazetesinde yayınlattığı mülakatta 7 ayrı Ermeni ailesinin adından ve servetinden bahsedilmektedir:
1- Baruthane Nazırı Dadyan
2- Sarayın kıyafet ve mücevherat tedarikçisi Oğulyan
3- Darphane Müdürü Agop
4- Harem’in konfeksiyoncusu Gümüşgerdan
5- Dolmabahçe, Çırağan, Beylerbeyi, Yıldız, Ihlamur, Göksu vs. sarayların mimarı Balyan ailesi
6- Dışişleri Müsteşarı Artin Paşa
7- Hazine-i Hassa ve Emlak Nazırı Mikail Portakalyan

Sultan Abdülhamid devam etmiştir:

“Ermeniler, Osmanlı hanedanı tarafından bunca lütuf gördükleri, kendilerine ihsanlarda bulunulduğu ve bu şekilde bol miktarda mal, mülk ve servet edindikleri hâlde, memleketimi harap etmek maksadıyla fesat komiteleri kurmuşlar ve nankörlük etmişlerdir. İsyan hareketlerini zengin Ermeniler desteklemektedir.”

Elçinin bilgileri de aynı doğrultudadır:

“Ermenilerin, isyan etmek suretiyle Türkleri öç almaya sevk edip Hristiyan âleminin merhamet ve şefkatini üzerlerinde toplamaya, böylece Türkleri merhametsiz, zalim katiller olarak göstermeye çalıştıklarına dair en kıdemli misyonerimiz tarafından gönderilen haberler, Amerikan hükûmetince İndependent Gazetesi’nin Ocak 1893 tarihli nüshasında yayınlatıldı…”

“…Sizin tarafınızdan Ermenilerin katlinin emredildiğine dair hiçbir fikir beyan etmedim. Lakin karşılıklı vuruşmanın tekrarı hâlinde Osmanlı Devleti’nin zarar göreceğine inanıyorum.”

ABD, tıpkı bugünkü gibi, canı istediği zaman meşru-gayrimeşru farkını atlamaktadır.

Sayın Büyükelçi, düşmanla iş birliği hâlinde isyan eden silahlı grupların devlete “mukabil” olamayacağını anlatan hukuk dersini kaçırmış olmalıdır.

Bu röportajdan yedi yıl sonra Ermenilerin, Sultan Abdülhamid’e teşekkürü, Yıldız Sarayı Cuma Selamlığı çıkışında 80 kilogramlık bir bomba olmuştur. Yıldız suikastında 26 kişi ölmüş, 56 kişi yaralanmış; padişah, şeyhülislamla sohbeti biraz uzatınca feci bir ölümden kurtulmuştur.

Osmanlı Devleti I. Dünya Savaşı’na girer girmez Ermeni Taşnak ve Hınçak örgütleri, Ermenilerin yanında savaşa girdiğini açıklamışlardır.

Zeytun’da 1640’tan beri her fırsatta (toplam 40 kez) ayaklanan Ermeniler, Çanakkale Zaferi’nden bir hafta sonra Yüzbaşı Süleyman Efendi’yle birlikte 8 erimizi şehit etmişlerdir. İlk tehcir hareketi bu olay üzerine Zeytun’dan 35 ailenin Konya’ya göç ettirilmesi şeklinde başlamıştır.

Ordu, Sarıkamış’ta düşmanla cebelleşirken, Van’da Ermeniler, Müslüman kıyımına başlamışlardır.

Bu hatıra İkinci Rus Erzurum Kale Topçu Alayı’nın tarihçesine ilave olarak yazılmış ise de başlı başına bir vesika mahiyetini de haizdir.

Belge Np: 1881 / 27 Mayıs 334 Batum

Rusçadan tercüme eden Karargâh-ı Umumi İstihbarat Şubesi’nden Süvari Binbaşı Mehmet Hulusi:

“Ilıca kasabasında firar edemeyen Türklerin kâffesi (tamamı) katledilmiş olduğunu ve kör baltalarla enselerinden kesilmiş birçok çocuk cenazelerini gördüğünü bizzat (Odişelidje) söyledi. Ilıca kıtalinden (kıyımından) üç hafta sonra oradan gelen kaymakam (Gıryaznof) müşahedatını (tanıklıklarını) 28 Şubat’ta berveçh-i ati (aşağıda) hikâye eyledi:

Köylere giden yollarda azası tahrip edilmiş birçok cenazelere rast gelmiş. Her geçen Ermeni bu cenazelere tükürür ve küfredermiş. 12-15 sajen (1 sajen = 2,13 m.) murabbaındaki (yaklaşık 1 dönüm) bir cami avlusunda iki arşın (yaklaşık 1,5 m.) yüksekliğinde cenaze yığılmıştı.

Bunlar meyanında her yaşta kadın, erkek ve çocuk ve ihtiyarlar vardı. Kadın cenazelerinde cebren taarruz asarı (zor kullanarak saldırı izleri) pek ayan bir hâlde idi. Birçok kız çocuklarının mahalli tenasüllerine (üreme bölgelerine) tüfek fişeği sokulmuştu.

Ermeni kıtaatı nezdinde telefonculuk eden ve mektep görmüş Ermeni kızlarından bir ikisini kaymakam (Gıryaznof) cami avlusuna davet etmiş ve Ermeni marifetlerini görüp iftihar etmelerini makam-ı serzenişte (sitem ederek) söylemiş. Ermeni kızlar cenazeleri gördükleri vakit müteessir olacaklarına (üzüleceklerine) bilakis meserretle (sevinçle) gülmeye başlamaları Kaymakam’ın nefretle karışık hayretini mucip olmuş ve bunları tektir etmeye başlamış. (Uyarmış.)

Ermenilerin hatta kadınları bile en vahşi hayvanlardan daha alçak olduklarını ve harp etmiş nice fecayi görmüş bir zabitin bile tüylerini ürperten bu vahşet levhası karşısında terbiye ve mektep görmüş genç kızların meserretle (sevinerek) gülmeleri, hayvani vahşetlerine en ayan (açık) bir delildir deyince sıkılmak lüzumunu derhatır eden (hatırlayan) Ermeni kızlar, sinirlerinin gevşemesinden gülmekte olduklarını söylemişler.”

Ve Delleniyoruz İşte Yine…

Yiğit, okumuş ve görmüştür ki; Enver olmasa I. Dünya Savaşı’na girmeyecektik.

Savaşa girmesek şu grafikte görülen Rum’la Ermeni’yi, sittin sene Misak-ı Millî’nin dışına gönderemeyecektik.

Savaşa girmesek, Yarbay Mustafa Kemal; Anafartalar Kahramanı, Başkumandan ve Gazi Paşa olamayacaktı.

Peki, savaşa girmesek Türkiye Cumhuriyeti nasıl kurulacaktı?

İçinde 20 puan gayrimüslim olan bir imparatorluk nasıl Türk devleti olacaktı?

Bütün bunlar olmayınca Mustafa Kemal, nasıl Atatürk olacaktı?

Enver Paşa, Çegan Tepesi’nde vurulup bir ağacın dibine düşmeseydi, Rasattepe’de Anıtkabir’in ne işi vardı?

İşte içimizdeki o “Son İttihatçı”, 40’a kadar çıkarabileceğimiz bu “olmasaydı olmazdı”ları anlatmaya çalışmaktadır.

İttihatçılık, Türk’ün Allah aşkına, peygamber aşkına, ekmek Kur’an aşkına, cennetmekân Sultan Abdülhamid aşkına, durup, durup da…

Sonra birden dellenmesidir.

Ve o, son İttihatçı hep içimizde…

Ciğerimizin baş köşesindedir.