Şimdi yükleniyor

Türkiye’nin Savunma Sanayii Ve İstihbarat Alanındaki Güçlü Dönüşümü

110sayiK 10 e1711531457498

Türkiye’nin Savunma Sanayii Ve İstihbarat Alanındaki Güçlü Dönüşümü

Dünya tarihinde iz bırakmış, liderlik etmiş bazı milletler vardır ve bu milletlerin de kendine has birtakım sosyolojik ve psikolojik özellikleri mevcuttur. Tarihin çeşitli dönemlerinde buhranlar yaşasalar da bir şekilde genetik kodlarından ötürü eski kudretli günlerine dönebilmişlerdir.

Kadim Türk tarihine baktığımızda da aile kavramının sağlamlığı neticesinde örf, âdet, bağımsızlık, devlet töresi, kültürel gelenek ön plana çıkarken; ordusu güçlü, asker millet olma özelliklerini de üzerinde taşıdığına şahit oluyoruz.

Bu sosyolojik ve tarihî gerçeklikler ışığında Türkler, gittikleri birçok yerde büyük başarılar sağlamış ve yönetimsel anlamda da çığır açan uygulamalara yönelmişlerdir.

Hızlı hareket eden, manevra kabiliyetleri yaşadıkları dönemin çok ilerisinde olan, dönemin askerî ve lojistik araç gereçlerinin en iyisine sahip nesneleriyle topyekûn hareket eden bir askerî ve toplumsal yapı karşımıza çıkmaktadır.

Sayıca kalabalık ve hantal Çin ordusuna karşı Hun ve Göktürkler zamanında alınan zaferler, ardından on binlerce insanın Asya steplerinden Avrupa’nın içlerine kadar teşkilatlı bir biçimde göç etmesi, büyük demir zırhlara sahip Roma ve Haçlı ordularını dize getirmeleri, İstanbul’un kalın ve yıkılmaz denilen surlarının dönemin tahrip gücü en büyük topları ile yıkılması, Çanakkale ve İstiklal Harbi’nde yaşanan kahramanlıklar, Kıbrıs Barış Harekâtı’nda onca engellemelere rağmen alınan zafer, terörle mücadelede sağlanan yüksek başarı ve dahası, yukarıda sağdığımız olayların sadece birkaç örneğini teşkil etmektedir.

Türklerin bir diğer önemli özelliği ise istihbarat geçmişinin çok güçlü olmasıdır. Bu durum aslında askerî ve siyasi bir zorunluluktan doğmuştur. Yine Asya’dan, Avrupa ve Afrika kıtasına kadar bölgede tarihin çeşitli dönemlerinde birçok karşı unsur devlet ve imparatorlukla etkileşim ve mücadele içinde olmuşlardır. Çin, Roma, Büyük Britanya, Fransa, Rus Çarlığı, Avusturya-Macaristan, İtalya, Almanya ve dahası birçok devletle mücadele, askerî ve istihbarat anlamında her daim önde ve hazır olunması gereken bir durum ortaya çıkarmıştır.

Günümüzde de değişen bir şey olmadığı gibi rakipler de daha geniş yelpazede mevcut konumlarını devam ettirmektedirler.

Türkiye Cumhuriyeti’nin askerî teknoloji, yerlilik ve millilik konusundaki gelişim sürecine bakıldığında ise, Cumhuriyetin kurucu kadrosu, Osmanlının son yüzyıllarında bu alanda yaşanan gerilemenin acı faturalarını bizzat yaşamış insanlardı.

Tarihî iki örnekten yola çıkarsak eğer, 1900’lerin başında İngiltere ve daha sonra Almanya ile yaşanan olaylar gerçekten ibretlik bir durumdur. Bugün de olduğu gibi o dönemlerde deniz hâkimiyeti çok önemli bir konuydu. İngiltere ve Fransa’nın başını çektiği dominant deniz kuvvetleri sayesinde dünyanın birçok yerinde sömürgeleri mevcuttu. Osmanlı Devleti ise Adalar Denizi’nin karşı kıyılarında Batılı devletlerin yardım ve tahrikleri neticesinde kurulan Yunanistan ile sorunlar yaşarken, kuzeydeki komşusu Rus Çarlığı ile de daha büyük sorunlar yaşamaktaydı.

Osmanlı donanmasının güçlenmesi gerekiyordu. Çünkü kara yolları, o dönemlerde bu kadar gelişmiş değildi ve Osmanlı her şeye rağmen Doğu Akdeniz’in sahibi konumundaydı. Yunanistan başta olmak üzere Rusya’ya karşı da Karadeniz’de başa çıkması gerekliydi.

Savaş gemisi sanayinde önde olan İngiltere’den 1913 yılında iki Savaş Drednot’u sipariş edildi. Newcastle’da bulunan Armstrong şirketi bu gemileri aslında Brezilya için üretmişti; çünkü 1911’de Arjantin ile amansız bir mücadele içindeydiler. Brezilya gemileri almayınca Osmanlıya satıldı. 1914 yılında gemilerimizi teslim almak için mürettebatı ile almaya giden Rauf Orbay başkanlığındaki Türk denizcileri büyük bir şok ile karşılaştılar. 3 Ağustos 1914’te Winston Churchill, Rauf Orbay’a adları “Sultan Reşad ve Sultan Osman I” savaş Drednotlarına el koyduklarını belirtti. Hatta bu gemilerin maliyeti çok yüksek olduğundan ve devletin bütçesinin yeterli gelmediğinden, halktan bağış yaparak toplanan Türk’ün hakkına ve parasına el konuluyordu.

Ne verilen para ne de iki gemi Osmanlıya teslim edildi. İngiltere’nin gerekçesi ise; bu iki gemiyle donanmasının güçlü olacağı ve ileride kendilerine ve olası müttefiklerine karşı kullanılabileceğiydi.

Bu durum hâliyle gerek Osmanlı ordusunda gerekse de Türk halkı üzerinde mevcut olan İngiltere karşıtlığını daha da artırdı. Tam bir aldatmaca ve gasp olarak kabul edilebilecek bu olaydan Almanya faydalanmaya kalktı.

Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde Cebeli Tarık Boğazı’ndan Akdeniz’e giriş yapan Alman Goeben ve Breslau zırhlıları, Çanakkale Boğazı önlerine gelerek Osmanlı Genelkurmayı’ndan Boğazlara giriş izni istedi. Birkaç günün ardından İngiltere ve Fransa’nın notalarına rağmen Alman gemileri Türk boğazlarından içeri girdi. Osmanlı ise bu gemileri Almanya’dan satın aldığını açıklayarak gemilere “Yavuz ve Midilli” adları verdi ve gemilere Türk bayrağı çekildi. Birkaç hafta sonrasında da Amiral ve komutanlarının yarısından fazlası Alman olan ancak adı ve bayrağı Türk olan bu iki savaş gemisi Karadeniz’deki Rus limanlarına ani bir baskınla bombardıman yaptı. 1914 güzünde Osmanlı Devleti resmen Birinci Dünya Savaşı’na girmiş oldu, daha doğrusu kendisini savaşın içinde buldu.

Tarih, elbette “keşke bu olmasaydı şöyle olurdu, bu olsaydı şu olmazdı” şeklinde yorumlanmaz ve anlatılmaz. Ancak şu bir gerçek ki eğer Osmanlının kendi harp sanayisi dışa bağımlı olmasaydı ve kendi millî imkân ve kabiliyetleriyle savaş gemileri, topları, tüfekleri, kara ve hava unsurları olup üretebilseydi en azından İngiltere ve Almanya devletleri böyle bir psikolojik harp oyununa yeltenemezdi.

Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları bizzat bu ve bunun gibi birçok olaya şahit oldukları için denizler başta olmak üzere Türk ordusunun yerli ve millî unsurlarla kalkınmasına büyük önem vermişlerdir.

Ne yazık ki 1938’de Atatürk’ün vefatı sonrası bu uygulamalar sadece askerî anlamda değil sivil sanayide de uzun yıllar rafa kalktı.

1950’lerde Rum ve Yunanların terör olayları ile patlak veren Kıbrıs Meselesi’nde de bu açıklık maalesef gün yüzüne tekrardan çıktı. 1964 ve 1967 yıllarında birtakım imkânsızlıklardan ötürü olası Kıbrıs Harekâtı ertelenmek zorunda kaldı. 1974’e kadar ise bazı hazırlıklar yapılarak, hayati eksikliklerin bir kısmı giderilerek şanlı Türk ordusu, Kutlu Barış Harekâtı’nı zaferle taçlandırmıştır.

Yine hatırlanacağı gibi İstiklal Harbi’mizde de Rusya’dan büyük oranda silah ithal etmek zorunda kalmıştık. Terörle mücadelenin ilk yıllarında da Batılı ülkeler tarafından silah ambargoları ile karşılaşmıştık. Gerçi bu durum günümüzde de devam etmekte olup Türkiye’nin haklı mücadelesi baltalanmak istenmektedir.

Devletimizin, ordumuzun ve istihbarat birimlerimizin başında bulunan yetkililerimiz bu durumun farkındalığı ile 1974’ü milat alarak kabul görmüş ve özellikle de son 15 yılda büyük mesafeler kat edilmiştir.

Harp sanayinde yaşanan bu sıkıntılar elbette istihbarat alanında da birtakım büyük değişimlere ve güncel konjonktür çerçevesinde yapılanmaya gidilmesine yol açmıştır.

Kendi silahını, kendi öz imkânlarıyla ve öz evlatlarıyla üreten Türkiye, savunma sanayii alanında artık çok büyük oranda dışa olan bağımlılığını bitirmiştir.

Ülkemiz, “Kara, Hava ve Deniz” unsurlarında kendi tersanelerimizde, hangarlarımızda, fabrikalarımızda ve ar-ge bölgelerinde sadece iç piyasaya değil, dünya piyasasında da söz sahibi olan ihracatçı ülke konumuna gelmiştir.

Türkiye sınırları içinde neredeyse 0 noktasına gelen terör unsurları üstün teknolojik harp sanayimiz sayesinde sınır ötesinde de rahat nefes alamaz hâle gelmiştir. Üstelik müttefik olarak görünen ülkelerin açıktan ve gizliden desteklerine rağmen.

Millî İstihbarat Teşkilatı’mız (MİT), Türk Silahlı Kuvvetleri ile tam koordine ve uyum içerisinde çalışarak adını bildiğimiz veya bilmediğimiz diğer emniyet ve istihbarat birimlerimizle 7/24 Türk milletinin huzuru, güvenliği ve bölge barışı için cansiparane çalışmaktadırlar.

Ülkemizde, çevremizde ve bölgemizde yaşanan olaylar her alanda hazır olmamızı gerektirmektedir. Genç nesillerin de bu bilinçle yetişmesi ve olaylara daha geniş bir çerçeveden bakması elzemdir. Büyük milletlerin büyük devletleri olur; büyük devletlerin de büyük sorunları olacağı için bünyesindeki her unsurun da yerli ve millî olması şarttır.