Şimdi yükleniyor

“Suikastlar” Hakkında Röportaj

sukru alniacik 94

“Suikastlar” Hakkında Röportaj

Suikast, bilinen en eski terör taktiğidir ve günümüzde de sıkça bu yola başvurulmaktadır. Toplumda kargaşa çıkarmak; ideolojik, ekonomik, siyasi menfaatler elde etmek amacıyla devlet büyüklerine, yargı mensuplarına, gazetecilere, siyasi ve askerî liderlere veya toplumca sevilen kişilere yöneltilen bu eylemler, aynı zamanda halkı korku ve baskı ile sindirme faaliyetleridir. “Suikast” konusuna yer verdiğimiz bu sayıda Tarihçi ve Yazar Şükrü ALNIAÇIK ile bir röportaj gerçekleştirdik. Alnıaçık, suikastlar tarihî, suikastların amaç ve sebepleri, faili meçhul cinayetler, basını hedef alan kanlı eylemler ve yargı süreçleri hakkında dergimize önemli açıklamalarda bulundu.

Suikast, bilinen en eski terör eylemlerinden biri olarak karşımıza çıkmakta ve günümüzde de sıkça bu eyleme başvurulmakta. Bu bağlamda biraz suikastların tarihinden bahsedebilir miyiz?

Memnuniyetle… Önce, “entrika”, “provokasyon” gibi Türkçede karşılığı olmayan bir kelimeyle daha karşı karşıya olmaktan duyduğum memnuniyeti dile getirmek isterim. Tanzimat’tan sonraki “millî edebiyat akımı”na, Cumhuriyet’in dil inkılabına rağmen hâlâ Arapçası kullanılan bu kelime, kast ettiği eylem biçimi ve hatırlattığı olaylar bakımından bize yabancıdır.

Tarihte Türklerin iç siyasi kavgalarında da “yiğitlik” esastır. Yani askerî veya siyasi bir liderlik mücadelesinde kişinin “Tanrı’dan kut almış” olduğunu ispat etmesi gerekir. Kut sahibi olmanın şartları arasında ise yiğitlik ilk sıradadır.

Bir yiğit, asla suikast gibi itibar getirmeyen sinsi mücadele araçlarına başvuramaz. Savaşırken taktik hileler yapabilir, ancak rakiplerini yenmek için açıktan mücadele edecek kadar kut sahibi değilse toplum nazarında itibarı olmaz. O yüzden “suikast” tarzı mücadele araçları Türk kültür tarihinde görülmez.
Suikastların tarihini ilk insanlara, yani, Kabil’in kardeşi Habil’i öldürmesine kadar götürmeyi yararlı bulmuyorum. Olay, acemi kardeşler arasında yaşanmış olabilir. İyiyle kötüyü birbirinden ayırmak ve iyiliği emretmek için vaz edilmiş bir kıssa da olabilir; ancak günümüzün medeni normlarına göre normal ve kabul edilebilir değildir.

Mezopotamya’da tarihin ilk imparatorluğunu kuran Akad Kralı Sargon’un da, ünlü Mısır Firavun’u Tutankamon’un da suikast sonucu öldüğüne dair tezler vardır. Bunlar inandırıcıdır, çünkü hâkimiyet iddianız ne kadar artarsa, isyan sebepleri ve düşman sayınız da o kadar artar.

Suikast, bizim tarihimize Araplardan ve İranlılardan girmiştir. Onların da bu işi Yahudilerden ve Romalılardan öğrendiği düşünülebilir. Filistin’i işgal eden Romalılara karşı hançerli eylemler yapan Yahudi “Sicarii”leri, bilinen en eski örgütlü suikast kültürü örneğidir.

Dikkat edilirse bilinen en eski suikastlar, meşru askerî güçten yoksun olmaktan kaynaklanmıştır. Yahudiler gibi baskın yiyen ve esir düşen yerleşik kavimlerin bu tür eylemlere ihtiyacı olabilir. Ancak Tanrı’sını gökte tutan, putlaştırıp tapınağa koymayan, tapınağı korumak için de çevresine yerleşip şehir kurmayan Türklerin bu tür çaresizliklere düştüğü görülmemiştir.

Milattan kırk yıl kadar önce Türk tarihinin ilk kale savunmasını yapan Çi-çi Yabgu bile, kadınları ve çocukları oklattıktan sonra 1500 askeriyle birlikte kalabalık Çin ordusuna cepheden saldırmış ve çareyi “Uçmağ’a varmak”ta yani ölmekte bulmuştur.

Atlı ve savaşçı oldukları için M.Ö. 209’dan bu yana daima ordu kurabilen Türklerin esarete düştükleri yıllarda bile suikast, komplo, entrika gibi itibar getirmeyen eylemlere ihtiyaçları olmamıştır.

Suikast kültürü, Yahudilerden sonra entrikanın bol olduğu Roma’da da yaygındır. Sezar’dan başka suikastla öldürülen 30’dan fazla Roma İmparatoru vardır. Bu sayı, bir kültürlenme belirtisidir.

Yahudilerin de “suikast” kavramını nasıl kültürleştirdiğinin somut örneği MOSSAD’ın çalışmalarıdır. “İsrail Suikastlarının Gizli Tarihi” kitabının İsrailli yazarı Ronen Bergman’a göre “İsrail İstihbarat Örgütleri bugüne kadar 2700’den fazla suikast gerçekleştirmiştir.”. Yani bu işlerin ustası, Yahudilerdir.

“Su-i kast” sözcüğü bildiğiniz gibi Arapçadır. “Kötü niyetli eylem”, “kötü tasarı” veya “hain proje” gibi anlamları vardır. Mekkelilerin, Hicret’ten önce Hz. Muhammed’e suikastlar düzenledikleri biliniyor. İlk dört halifeden üçünün suikastla şehit edildiği bir siyaset kültüründen bahsediyoruz. Hz. Ebubekir, halifelikte iki yıldan fazla kalmış olsa, belki o da benzer bir suikasta uğrayacaktı.

“Suikastlar Tarihi”nin bizi ilgilendiren en büyük konu başlıklarından biri “Haşhaşiler”dir. Selçuklu askerî gücü karşısındaki çaresizliğinin kanlı bir sonucu olan bu hareket, Türk devletinin gücüne paralel olarak mistik ve karmaşık bir boyut kazanmıştır. Haşhaş’ın olduğu yerde zaten karmaşa kaçınılmazdır. Alamut Kalesi, Hasan Sabbah, İsmailiye ve Batınilik konuları, çok uzun ve derin bir konudur. Sadece bugün İngilizceden bütün dünyaya yayılan “Assassination” yani “Suikast” kelimesinin Hasan Sabbah’ın haşhaş çeken fedailerinden geldiğini görmemiz yeterlidir. Bu manzaraya göre İngilizler bile silahlı fenalıklar konusunda terminolojik açıdan İran’ın gerisindedir.

Unutmadan söyleyeyim, suikast kültürünü günümüze taşıyan topluluklardan biri de Ermenilerdir. 1920’lerdeki Talat, Cemal, Sait Halim Paşalar, Bahaeddin Şakir, Cemal Azmi Bey gibi suikastlara, 1973’ten sonra 42 dış işleri mensubumuzun eklendiğini asla unutamayız.

Kendimize dönersek, “Türk kültüründe suikast olgusu yoktur.” şeklinde kestirip atmamız mümkündür. Türk töresinde “barış zamanı kılıcını kınından bir karış sıyırmanın cezası ölüm”dür. Herkes silahlı ve savaşçı olduğu için toplum hayatı bir nevi askerî kışla hayatı gibi disiplinlidir. Birini öldürmek, aileler ve obalar arası düşmanlığa, neticede soylar ve boylar arası düşmanlığa yani iç savaşa sebep olacağı için bizde düello ve kardeş kavgası başından mahkûm edilmiştir. Hanedan üyelerinin “siyaseten katli”nde dahi kanının akıtılması örfi hukuka aykırı olduğu için Türklerde hançerli suikastların bir siyaset aracı olarak kabul görmesi mümkün değildir.

Bu tarihî arka plan, bizim için de ufuk açıcı oldu Sayın Alnıaçık… Suikastları kimler, niçin yaparlar? Suikastlardan hangi yararlar beklenir?

Tarihte, yani mutlak monarşi çağlarında siyaset, “mülkiyet”le fazla iç içe geçmişti. Devlet başkanları, ülke topraklarını “mülk” olarak görüyor ve oğluna miras bırakıyordu. Saltanat dediğimiz şey de aslında buydu. Bugünkü gibi ulusal bir “vatan”, millî bir hükûmet kavramı yoktu. Bu durumda bir kişiyi ortadan kaldırdığınız zaman bütün mülkün sahibi bir anda değişiyordu. Dolayısıyla tarihe geçen siyasi suikastlar, genellikle aşağıdan yukarıya doğru yani “egemen” kişiyi değiştirmek için yapılmıştır. Bugün de siyasi suikastlar, demokrasi kültürünün gelişmediği ülkelerde ya ülke yönetimini eline geçirmek ya elinde tutmak ya da ülkeyi rahat yönetmek için yapılmaktadır.

Tarihten günümüze hızlı bir geçiş yaparsak, demokrasinin gelişmesiyle, yani devlet idaresinde “kamuoyu” faktörünün güç kazanmasıyla birlikte halkın rey’ini etkileyecek şahıslara yönelik yapılan “yukarıdan aşağı” suikastlarda bir artış olduğunu görebiliriz.

Bu suikastları da basit ve komplike olmak üzere ikiye ayırabiliriz. Basit suikastlar birini susturmaya ve ondan kurtulmaya yöneliktir. Komplike suikastlar ise birini öldürmeye ve taraftarlarını kazanmaya yöneliktir. Katilin “açıklanan kimliği” siyasi sonuç almakta suikastçıya yardımcı olur.

Mesela, Gazeteci Raif Karadağ’ı bir otel odasında öldürürsünüz; böylece onun, Türkiye’nin maden ve petrol vizyonu konusunda Başbakan’a sunmak üzere olduğu raporu da iç edersiniz. Yani onu susturursunuz. Bu, basit (düz) suikast tanımına uygundur.

Yine mesela Gazeteci Necip Hablemitoğlu’nu öldürür ve faili, “İslamcılar”la “Alman istihbaratı” arasında bir yerde bırakırsınız. Böylece hem baskıda bekleyen kitabı, eskisinden daha çok satan bir yazar elde etmiş olursunuz hem de İslamcılara ve altınınızı çıkarmanıza mani olan Alman ajanlarına karşı bir kamuoyu inşa etmiş olursunuz. Bu toplum mühendisliği; Bahriye Üçok, Muammer Aksoy, Uğur Mumcu, Turan Dursun ve benzeri suikastlar için de geçerlidir.

Gazeteci ve yazar suikastlarına “başa çıkamadılar, susturdular” gibi umumi bir yorum yapılır. Bu yaklaşım makuldür, ancak bazen terör örgütleri, bazen de istihbarat örgütleri bu ön kabulden yararlanmak için daha karmaşık suikastlar düzenleyebilirler. Mesela, yaşarken “etinden ve sütünden” yararlandıkları yandaş bir yazarı yaşlanınca kendi elleriyle öldürüp, “yününden ve derisinden” de yararlanmak isteyebilirler.
Yani türküdeki gibi “bu dünyada ölüm varsa, zulüm de var”dır! Makul ve mantıklı olan, ifade özgürlüğünün kötüye kullanılmamasıdır. Ağızdan çıkan sözlerin ve kitleleri etkileyen kalemlerin, yerine göre savaş başlattığı, savaşı bitirdiği, baş kestiği ve baş kestirdiği unutulmamalıdır!

Özellikle Orta Doğu’da, İsrail’e komşu olan ülkelerde suikastların toplum mühendisliğinde ve coğrafyanın tanziminde bir aparat olarak kullanıldığı sır değildir. Dünyanın 4. zengini, iş adamı, Suudların damadı, Lübnan Başbakanı Refik Hariri’nin 1 ton bombayla öldürülmesinden sonra Kuzey Lübnan’dan 15 yıldır çekilmeyen Suriye orduları Lübnan’ı terk etmek zorunda kalmıştır. Özellikle siyasetçiler, bazen bir milletin iradesini bazen de bayrağını temsil ederler. 1914 Haziran’ındaki Saraybosna Suikasti gibi siyasi cinayetlerin “dünya savaşı başlattığı” unutulmamalıdır.

Bizim yakın tarihimizde de Sultan Abdülaziz’e, II. Abdülhamid’e, Talat, Cemal ve Sait Halim Paşalara suikastlar düzenlenmiştir. Atatürk’ten kurtulmak için 11 suikast planlandığı kitaplara geçmiştir. İzmir Suikastı davası meşhurdur mesela… Sorunuza genel bir cevap olmak üzere söyleyebiliriz ki; söyleşimize konu olan suikastlar; bazen ulusal, bazen etnik veya dinsel amaçla ama neticede, “siyasal sonuç” elde etmek için yapılmaktadır.

Doksanlar, Türkiye’nin en acımasız, en kanlı, en sırlarla dolu kayıp yılların adı oldu. Öyle ki hâlâ doksanların eteklerinden dökülen taşlarla meşgul oluyoruz. Biraz o yıllardan ve işlenen suikastlardan bahseder misiniz?

Evet, 90’lar, tarihin faili meçhuller kabristanı gibi. Zaten az önce konuya biraz da girmiş bulunduk. 90’lar istihbarat tarihçiliği açısından Türkiye Cumhuriyeti’nin en karanlık dönemi… Özal suikastı hariç eylemler, genellikle yukarıdan aşağı yapılmış izlenimi veriyor.

90’lara doğru Türkiye’de tanklardan sonra ateşli silahları da harekete geçiren iki önemli gelişme yaşanıyordu. Bunlardan birincisi, 12 Eylül 1980 darbesiyle siyasetten men edilmiş liderlerin yeniden sahnede görülmesiydi. Kıl payı “Evet” oyu ile sonuçlanan 1987 referandumuyla siyasete giren Demirel, Ecevit, Erbakan ve Türkeş’in yeniden bulduğu kamuoyu desteği, 12 Eylül darbesinden sonra MGK Başkanı Kenan Evren’in tek TV kanalından gece gündüz anlattığı sebepleri boşa çıkarmak üzereydi. (Hemen baktığımızda, 1995 seçimlerinde bu dört liderin oy toplamı: %64’e kadar çıkacaktır.) 12 Eylülcüler 80’lerde ne yapılmış olursa olsun, yasaklı siyasetçiler 90’ların başında seçmeniyle yeniden buluşmaktadır. Özetle, 90’ların ilk yılları, 12 Eylül öncesi siyasi figürlerinin yükselmesine sahne olmuştur.

Bir diğer önemli gelişme, PKK’nın soğuk savaşın son yıllarında Suriye’ye yerleşerek eylemlerini artırmasıdır. PKK’nın kullanışlı bir terör örgütü olarak pek çok istihbarat örgütüyle temasa geçmesi, anlaşılan o ki; devletin yasal sınırlar içinde kalmasını zorlaştırmıştır.

Ben bu noktada 90’lardaki siyasi suikastlarla, Kontr-Terör faili meçhullerini birbirinden ayırma eğilimindeyim. MİT, bugün de Irak’ın kuzeyinde veya Suriye’de PKK nakil araçlarına askerî operasyonlar düzenliyor, arka koltukta ciddi bir hedef varsa, şoför mahallindeki misafirin kim olduğuna da bakmıyor. Önemli olan bu tür operasyonların sivil iradenin emrinde ve emir komuta zinciri içinde yapılmasıdır. 90’lardaki PKK karşıtı operasyonların bu konudaki sıhhati, Susurluk kazasından sonra tartışmaya açılmıştır.
90’ların son yıllarına bakacak olursak 99 seçimlerinden ilk iki sırada çıkan DSP ve MHP’nin kurduğu 57. Hükûmet, Ecevit’in sadık Dışişleri Bakanı Şükrü Sina Gürel’e göre “dış kaynaklı bir operasyonla kundaklanmıştır!”.

Böylece 90’lardaki faili meçhullerden, 2000’lerde iki önemli sonuç ortaya çıkmıştır:
Birinci sonuç, ANAP ve DYP gibi kitle partilerinin hızla erimesi ve kitlesel oy potansiyelinin “gömlek değiştirmek” zorunda kalan yeni bir siyasi partide toplanmasıdır. Bu sonuç bir yönüyle, “Muhafazakâr Sağ”ın AB ve ABD ile uyumlu bir çizgiye çekilmesi yani “ANAP’laştırılması”dır. Bu durum, Carter’ın “Bizim çocuklar yaptı.” dediği 12 Eylül’ün ekonomik vizyonu olan “24 Ocak Kararları”na da uygundur. (Transformasyon, devletçiliğin sonu, özelleştirme vs.)

İkinci sonuç, PKK’nın HDP yoluyla kitleselleşmesidir. HEP’in 1991 seçimlerinde soldan takviyeyle %4 civarında olan oy oranı, 2015’te %14’e kadar çıkacaktır.

Her iki sonuç da ABD’nin planlarına, “Wilson Prensipleri”ne uygun bir siyasi tablonun oluşmasını sağlamıştır. Bu değerlendirmeden “bütün işleri CIA yaptı” hükmü çıkmaz. Tabii ki CIA’nın müdahalesiyle yapılan işler kadar, CIA’nın veya MI6’nın “II. Cumhuriyetçi” müdahalesine karşı yapılan işler de vardır. Ancak bir ülkeyi tanzim etmek için medyadan muvazaa partisine, STK’dan terör örgütüne kadar pek çok beton mikserinin kullanıldığı bir inşaat alanında, gürültünün her zamankinden fazla çıkması da kaçınılmazdır.
Şimdiye kadar suikastları “Kim yapıyor, niçin yapıyor, kimden emir alıyor?…” gibi soruları açıkça sorabilmiş değiliz. Bugüne kadar TBMM’nin Türk milleti adına yaptığı en kapsamlı faili meçhul araştırması olan Susurluk araştırması (1997) dahi ilave 4 ölümle neticelendi. İlginç olan bu ölümlerin de trafik kazalarıyla tecelli etmesiydi.

“Susurluk Kazası”nda üç ölüyle başlayan ve tarihin en büyük toplum mühendisliği çalışmasına, “aydınlık için bir dakika karanlık” eylemlerine yol açan Susurluk soruşturmasında; FP Milletvekili Bedri İncetahtacı, Raportör Hâkim Akman Akyürek, Emekli MİT mensubu Ertuğrul Berkman ve Emekli J. İstihbarat Tuğgeneral İsmet Yediyıldız aynı günlerde şaibeli trafik kazalarında öldüler.

“Bir ülkede trafik kazasıyla adam öldürmeyi sadece devlet yapar.” ön kabulü de faili meçhullerin lehinedir. Ya CIA ajanları yaparsa? Ya cuntalar tâ 60’larda kendine göre bir paralel devlet kurmuşsa? Ya gizli mistik yapılara bağlı askerî klikler varsa? Peki, ya FETÖ?…

Türkiye Cumhuriyeti’nde milletten, TBMM’den üstün bir irade, bir hüküm ve karar kuvveti olabilir mi? Türkiye’ye yarı başkanlık sistemi bunun için gereklidir. Hiç olmazsa derin bilgilerin toplanacağı bir merci oluşmuştur ve dikkat ederseniz, faili meçhuller de bir süredir bıçakla kesilmiş gibi durmuştur.

Türkiye’de, özellikle son yıllarda, yabancı ülke ajanlarının birbirlerine yönelik suikast girişimlerini görüyoruz. Bu bağlamda “Türkiye, yabancı ajanların hesaplaşma üssü oldu.” yorumlarına katılıyor musunuz?

Yabancı ülke ajanlarının bir ülkede rahat faaliyet yürütmesini iki şekilde yorumlamak mümkündür: Bunlardan birincisi hemen akla geleceği gibi “güvenlik zafiyeti”dir. Evet, böyle bir zafiyet, özellikle FETÖ’nün etkin olduğu yıllarda, “Paralel Devlet Yapılanması”nın getirdiği iç güven bunalımından kaynaklanan kurumlar arası koordinasyon eksikliği nedeniyle mümkündür. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, tarihinin en büyük kamusal tasfiye operasyonunu yaşadığı yıllarda her şeyin kaidesi üzerinde yürüdüğünü söyleyemeyiz.

Bir de 15 Temmuz’dan sonra IMF’den, AB’den, ABD’den ve NATO’dan kararlı bir şekilde uzaklaşan Cumhur İttifakı Türkiye’sinin bağımsız politikalara yönelmesinin elbette bazı istihbari ve operasyonel karşılıkları olacaktır. Suriye iç savaşından Esad-İran-Rusya bloğunun galip çıkmasının da Türkiye’deki istihbari hareketlilik üzerinde etkisi vardır. Bununla birlikte konuya bir başka açıdan bakacak olursak bu tabloyu acze dayalı bir güvenlik sorunu olarak görme hatasından kurtuluruz.

Türkiye’nin Patriot yerine S 400 aldığı, F 35 yerine Su 35 alma kartını açtığı, Ruslarla birlikte Akkuyu’da Nükleer Santral yaptığı, Afrika’daki İngiliz ve Fransız sömürgeleriyle ekonomik iş birliği anlaşmaları yaptığı, Londra-Pekin Demir İpek Yolu projesini hayata geçirdiği, Azerbaycan’ın Türk SİHA’larının desteğiyle 29 yıl önce kaybettiği topraklarını geri aldığı ve Türk Konseyi’nin “Türk Devletleri Teşkilatı” adını aldığı böylesine hareketli bir dönemde Türkiye’de istihbarat örgütlerinin de hareketlenmesi, yadırganacak bir durum değildir.

Türkiye sınırları dâhilinde MİT’i madara eden bir eylem ben bugüne kadar duymadım. Tam tersine MİT geçtiğimiz yıl ihtişamlı bir hizmet binasına taşınarak, hem siyasi iktidarla bütünlük sağladı hem de vizyon değişikliği mesajı verdi. Böyle zamanlarda sığınmacı sayısının artmasından kaynaklanan bazı kriminal olay artışları gözlenebilir, ancak ülkede yabancı ajanların cirit attığı bir başıboşluk var dememiz mümkün değildir.

İstihbarat örgütlerine taşeronluk yapan yabancı Mafyaların İstanbul’daki faaliyetleri ise, İstanbul’un yarısı kadar cazibeli dünya metropollerine nazaran çok daha iyi seviyededir.

Gerek ülkemizde gerekse dünyada hâlâ aydınlatılmamış ve ört bas edilmiş faili meçhul cinayetler mevcut. Bu eylemlerin hâlâ gün yüzüne çıkarılamayışını nasıl değerlendirmemiz gerekiyor?

Bunlara kısmen değindik ancak bu sorudaki seçici noktalardan hareketle konunun biraz kriminal tekniğine girmekte fayda görüyorum. “Kusursuz cinayet yoktur.” diye bir hüküm vardır. Yani bir cinayet, aydınlatılmak istenirse aydınlatılır. Diyelim ki bu yargı abartılıdır. Yani 100 cinayetin 80’i kusurlu, faili hakkında ipucu veren cinayetin 20’si kusursuz olsun. Güvenlik ekipmanlarının bundan 20 yıl öncesine göre çok daha iyi seviyelere geldiği bu dönemde kusursuz cinayet işlemek daha da zorlaşmıştır.

Bugünkü teknoloji, geçmişte üstü kapatılmış bazı cinayetleri aydınlatmak için bile yeterlidir. 20 yıl önceki Necip Hablemitoğlu cinayeti konusunda son aylarda yaşanan gelişmeler bunun bir örneğidir. Bir hukuk devletinde her türlü adli vakanın soruşturma, aydınlatılma, muhakeme ve infaz sorumluluğu devletindir. Son yıllarda bu konuda 90’lara göre daha iyi bir noktada olduğumuzu söyleyebiliriz.

Çözüm, “derin” veya “paralel devlet”lerde değil tek devletli hükûmet sisteminde ve “millî denetim”dedir. Millet, devletinin neler yaptığını seçilmişler vasıtasıyla denetlerse, faili meçhullerle yol alan yerli ve yabancı odakların “devlet”i lekelemesine de mani olunacaktır.

Adalet müessesesi “Türk milleti adına” hüküm verdiğine göre adaletin tecellisine mani olmak Millî Egemenlik ilkesiyle, dolayısıyla Milliyetçilik, Cumhuriyetçilik ve Demokrasiyle çelişmektedir. Ülkeyi halk idare ediyorsa, halkın, bir cinayetin faillerini, nedenlerini ve cezai sonuçlarını bilme, görme, onaylama veya reddetme hakkı vardır. Bu teorinin fiilî karşılığı, Türk milleti adına hüküm veren “Bağımsız Yargı”dır. Hiç kimsenin suçluyu adliyeden kaçırma hakkı yoktur. Eğer MİT veya TSK, ülke güvenliği adına yasaların kendisine verdiği hakkı kullanarak bir faili gizliyor veya suçluyu saklıyorsa, buna da demokratik bir millî onay mekanizması getirilmelidir.

Hiç çekinmeden netleştirmekte fayda görüyorum. Suikastları, sabotajları ve faili meçhulleri aydınlatma görevi devletindir. Devlet (ulusal ya da uluslararası) bu görevleri yapmıyorsa ya derin çeteler karşısında acizlik içindedir ya da bu gayri hukuki yöntemi bir siyaset usulü olarak kabullenmiştir. Milletin referandumla “Başkomutan” yetkisi verdiği Cumhurbaşkanı’nın bilmediği, onaylamadığı, kerhen de olsa desteklemediği her olay faili meçhuldür.

Başta ABD olmak üzere dünyanın her yerinde devletler, iddiaları nispetinde iç ve dış tehditle karşı karşıya kalırlar ve bu tehditleri giderirken de zaman zaman vaz edilmiş hukukun dışına çıkarlar. Bu konuda da millet iradesinin belirleyeceği bir çözüm yolu bulunmalı. Ulusal bir devletin hesap vermeyen, kontrolsüz kuvvetlerle değil, milletten yetki alarak yönetilme zorunluluğu unutulmamalıdır.

Benim bu konudaki ütopyam, sivil idarecilerin de askerler kadar istihbarat bilmesi ve her türlü devlet sırrını tutabilecek bir devlet güvenliği vizyonuna sahip olmasıdır. Bu durumda bazı devlet görevlilerinin veya paralel devlet yapılanmalarının “millî denetimden yoksun” münferit eylem yapmasının önü alınacaktır.
Bu hukuk dışı işlere; 1960’ta 27 Mayıs’ı meşrulaştırmak için yapılan idamlar, 1971’de idamları dengelemek için yapılan işler ve 80’de 12 Eylül’ün şartlarını olgunlaştırmak ve darbeyi sevdirmek için yapılan faaliyetler de dâhildir.

Suikast neticesinde, faili meçhul cinayetler de düşünüldüğünde gerçek anlamda bir yargılama ve soruşturma süreci yürütüldüğünü düşünüyor musunuz?

“Suikast”ı kavramsal olarak tartışmaktan çıkıp da yargı pratiğine girdiğimiz zaman birden çok suikast çeşidiyle baş başa kalırız. Biz, ihtisasımıza binaen genellikle siyasi suikastları konuştuk. Siyasi suikastlarda, yargının, suikasttan çıkar sağlayan siyasi güç tarafından manipüle edildiğine en yakın örnek, Gazeteci Cemal Kaşıkçı suikastıdır. Arabistan’da ifade özgürlüğünü savunduktan sonra etkin muhalefet yapabilmek için ABD’ye sığınan Kaşıkçı, Suudi Arabistan’ın İstanbul Konsolosluğu’nda ortadan kayboldu.

İddiaya göre 15 kişilik bir suikast timi İstanbul’a gelmiş ve Kaşıkçı’yı parçalara ayırıp götürmüşlerdi. CIA Başkanı’nın bile Türkiye’ye geldiği bir soruşturma süreci yaşandı. ABD istihbaratı, Biden’a, Prens Selman’ın, Kaşıkçı’nın öldürülme talimatını verdiğini rapor etti. ABD, Suudi Arabistan Kralı Selman’ı sorumlu tutunca, Araplar usulen kamuya kapalı bir yargılama yaptılar. Üç-beş kişi idama mahkûm edildi. Ancak iki yıl sonra anlaşıldı ki bu adamlar, hükûmetin korumasında, 7 yıldızlı villalarda kalıyorlar. Aileleriyle görüşüp, işlerine güçlerine bakıyorlar.

Yani, ABD’nin hâlâ devam eden baskısına rağmen Suudiler, infaz aşamasında yine yapacaklarını yaptılar ve gerçek bir yargılama yapılamadı. Yargı bağımsızlığının şampiyonu gibi görülen ABD’de bile “ulusal çıkarlar” denince akan sular duruyorsa, siyasi suikastların, yargısı hükûmetinin emrinde olan daha az gelişmiş ülkelerde siyasi suikastların gerçek anlamda soruşturulduğunu ve adil yargılamanın yapıldığını söylememiz mümkün değildir.

Demokrasinin vazgeçilmez prensibi olan “kuvvetler ayrılığı”nın en çok lazım olduğu yer galiba burasıdır. Yargı’nın, hükümlerini “millet adına” verdiği düşünülürse, yargıya yapılan müdahalenin bütün millete yapılmış olduğu, dolayısıyla faili meçhul kalmış her cinayette demokrasiye mini bir darbe yapıldığı söylenebilir. Suikast veya faili meçhullerin demokrasiyle olan ilişkisi de burada başlamaktadır.
Bu sorudan hareketle; suikastlar ve siyasi komplolar konusunda Türklerin geçmiş deneyimlerden kaynaklanan bilinç seviyesini ortaya koyan bir anket sonucunu paylaşmak istiyorum:
2020 yılında Cambridge Üniversitesi’ne bağlı Yougov Araştırma Şirketi, dünya çapında 22 bin kişiye “11 Eylül 2001’de New York’taki ‘İkiz Kuleler’e yapılan intihar saldırısına Amerikan Hükûmeti’nin müdahalesi olup olmadığını” sordu. Aslında soru, “Bu eylem, toplu bir suikast mıydı?” şeklinde de sorulabilirdi.
Türk halkının bu konularda hangi bilinç seviyesinde olduğu, sonuç tablosuna “Liderlik” şeklinde yansıdı: Danimarkalıların %9’u, Japonların %18’i, Amerikalıların ve Fransızların %20’si, İtalyanların %25’i, Yunanlıların %34’ü, Arapların %40’ı olayda Amerikan Hükûmeti’nin parmağı olduğuna inanırken, Türkiye’de bu oran %55’ti.

Bu sonucun, politik ve entelijansiyal bilinç seviyesini ne kadar yansıttığını tartışabiliriz. Ancak demokratikleşme sürecinde karanlık olaylar yaşamış nesillerle, bu defterleri yüz yıl önce kapatmış demokratik ülkelerin halkları arasında olaylara farklı bakış açısı bulunduğu tartışmasız bir gerçektir.
Gelişmiş ülkelerde suikast seviyesinde “siyasi sertlikleri” gerekli kılacak bir tanzim faaliyetine ihtiyaç duyulmamaktadır. Ne var ki dünyayı tanzim etmek için senatodan yüklü bir ödenek arayışı içinde olan Pentagon’un, 11 Eylül gibi “sertlik”lere ihtiyaç duyduğu bir gerçektir.

11 Eylül yargılamaları 21 yıldır devam ediyor. 2977 kurbanın tazminat arayışındaki varisleri, hâlâ parayı kimden alacaklarını, yani olayın finansörünün kim olduğunu bilmiyorlar.

Amerikan Hükûmeti ise bir yandan El-Kaide’nin finansmanından Suudi Arabistan’ı sorumlu tutarken bir yandan da her ihtimale karşı, El-Kaide’ye ev sahipliği yapan Afganistan’ın 22 ton altınına el koymuş bulunuyor. Bu arada, 11 Eylül davasında tutuklu sanık bulunmuyor! Yani tüm karanlık olaylarda yargılamanın kalitesi, eylemi kimin yaptığına bağlı olarak değişiyor.

Yakın geçmişte görevi başında hayatını kaybeden veya suikast sonucu öldürülen gazeteciler düşünüldüğünde bu durumu neyle açıklamak gerekiyor? Neden basın hedef alınıyor?

Basın, demokrasinin 4. kuvvetidir, doğru ama aynı zamanda en savunmasız kuvvetidir. Gazetecinin silahı kalemidir. Öncelikle görevini yaparken öldürülen, yani görev şehidi olan bütün gazetecilere Allah’tan rahmet dilerim.

Bizim, bir gazeteci kaleminden ilk okuduğumuz kitap, “Yazarını Kurşunlatan Yazılar”dı. Evet, Necdet Sevinç kurşunlamıştı fakat öldürememişlerdi. O dönemde Abdi İpekçi’den önce İlhan Darendelioğlu bir faili meçhul cinayette şehit düştü. Yine İsmail Gerçeksöz, Kemal Fedai Coşkuner… İsmi unutulmuş, belki de hiç duyulmamış şehit gazetecilerdir. Cinayetler, habercilik odaklı değil siyasidir.

Abdi İpekçi, Uğur Mumcu, Çetin Emeç, Ahmet Taner Kışlalı, Muammer Aksoy cinayetlerini “Gazeteci Cinayeti” olarak tanımlamak da sorunludur. Bunlar da kaos yaratmaya yönelik “siyasi cinayet”lerdir.
Bugün Türkiye’de 5 tip gazeteci vardır.

  • İktidara inanan, şu veya bu sebeple hükûmet yanlısı kurumlarda çalışan gazeteciler.
  • İktidara muhalif olan ve muhalefet partilerinin yayın organlarında çalışan gazeteciler.
  • İki tarafa da ideolojik olarak bağlı olmayan, ekmek parası için çalışan profesyonel gazeteciler.
  • Muhalif olan fakat yabancı kurumlarla, fonlarla veya YouTube telifleriyle çalışan gazeteciler.
  • Gülen Cemaati’ne bağlı olup yurt dışından yayın yapan gazeteciler.

Bunların en acarları, son grupta yer alan “FETÖ’cüler”dir. Çünkü hem canları yanıktır, motivasyonları yüksektir hem de KHK’lı asker, istihbaratçı, polis, yargı mensubu ve sair bürokratlardan aldıkları tüyolarla, izleyicilerine daha fazla “işlenmiş gizli bilgi” temin etmektedirler.

Kendisi araştırmacı gazeteci olup da herhangi bir yolsuzluğu, bir faili meçhul cinayeti, alın teri dökerek veya dedektif gibi iz sürerek aydınlatan bir gazeteciyi bulmanın son derecede güç olduğu günlerden geçiyoruz. Allah hepsine uzun ömürler versin. Gazeteci hiçbir şey yapmasa da varlığı bizatihi bir denetimdir, halkı aydınlatma misyonu olan demokratik bir kuvvettir.

Sezar’ın, Brütüs tarafından işlenen suikastla öldürülmesi, Roma İmparatorluğu’nda siyasi sonuçlar doğurmuştu. Geçmişten günümüze Türk devletlerinde ve dünyada liderlere yönelik olan bu tür girişimlerden beklenen amaç nedir?

Sezar’ın öldürülmesi, sınırsız yetki gasplarının bir neticesiydi. Yani kendisini, bir Tanrı ilan etmediği kalmıştı. O yüzden yöneticilerin, kimi ve neyi ne kadar zorlayacaklarını iyi etüt etmeleri gerekir.
Ben, kelimenin tam anlamıyla “Milliyetçi” yani ulus devlete ve millet egemenliğine inanan bir tarihçiyim. Sultani dönemlerde, egemenliğin, bir ailenin mülkü hâline getirilip miras bırakıldığı yönetimlerde zaman zaman bu durumun suikast ve cinayetlere sebep olduğunu biliyorum. Bunları da bugünkü suikastlar kadar yadırgamıyorum.

Geçmişte her şeyi göze alarak yapılan egemenlik mücadeleleriyle bugün medeni müesses ve demokratik nizamda yapılan siyasi mücadeleleri ve buna bağlı olarak gelişen siyasi cinayetleri birbirinden ayırmak gerekir.

Tarihte her komşu hükümdar birbirine karşı husumet beslemiştir. Bunun da savaş, entrika ve suikast tarzı eylemsel sonuçları olmuştur. Ülke içinde de taht kavgaları nedeniyle hal, boğdurma, mil çekme, suikast, zehirleme gibi olaylar yaşanmıştır. Bunlar o günlerin iktidara gelme ve iktidarda kalma mekanizmalarıdır.

Bugün siyasilere, kanaat önderlerine, hukukçulara, gazetecilere, diplomatlara yapılan suikastları onların şahsında kimlere yönelik olduğunu düşünüyorsunuz?

Günümüzde siyasetçi, milletten yetki aldığı için siyasetçiye karşı yapılan her hareket aslında onu seçen seçmenlere, mesela, Cumhurbaşkanına karşı yapılan 15 Temmuz suikast girişimi aslında bütün millete yapılmıştır.

Dolayısıyla geçmişteki suikastlarla bugünkü darbe ve suikast girişimlerini ayrı ayrı değerlendirmek ve “geçmişte de varmış öyleyse normaldir” dememek gerekir.

Millet egemenliğine dayalı demokratik rejimlerde siyaset olsun, yargı olsun, diplomatik temsil olsun her türlü kamu görevi; toplum adına, millet adına yapılır, neticede insanlık adına yapılır.

Bayrağın ve sınırların ayırt edici özelliğini göz ardı etmeden soruda belirttiğiniz bir insanı öldürmek; bir topluma meydan okumak, bir millete silah çekmek, özetle bütün insanlığı öldürmek gibidir. Bu da bize güzel dinimizin tüm zamanları kapsayan bir hükmü olan, “masum bir insanı öldürmek, bütün insanlığı öldürmek gibidir” mealindeki ayetini hatırlatmakta, bu ilahi hikmeti zamanın ruhuyla kuşatarak doğrulamaktadır. Dolayısıyla masum bir insana yönelik suikastlar dinen de ilmen de insanlığa yani hepimize yapılmıştır.

Fikirleri yüzünden bir insanın öldürülmesi, “ben onun kadar iyi değilim” (onu fikirlerimle yenemedim) cümlesinin ikrarıdır. Dolayısıyla böyle bir cinayet, kişinin ideolojik rakipleri açısından ahmaklıktır.
Burada şunu ifade etmek isterim ki: Mafya, terör eylemleri ve ajan cinayetleri, Türk milletine sökmez! Bizi ancak ajan destekli STK’larla, vesaireyle kandırırlar. Gençlerimizi sinsi sinsi uyuşturucuya alıştırırlar. Zaafımız cehalet, eğitimsizlik ve umumi saflığımızdır.

Tik-Tok, Messenger, Bonzai, Metamfetamin, Soros Fonları, LGBT propagandası ve bunun neticesinde; Çanakkale ruhundan, Kuvâ-yi Milliye’den, Nene Hatun değerlerinden yani, Türklükten uzaklaşma…
Bu kitlesel suikastlar varken, ayrıca ajan beslemeye ve suikast masrafına girmeye gerek yoktur.

Son olarak çok katmanlı, çoklu amaca hizmet edecek şekilde gerçekleştirilen suikastlar düşünüldüğünde bu tür girişimlerin önlenmesine yönelik ne tür adımlar atılabilir?

Devleti, milletin emrinde güçlendirebilirsek hem gerçek bir demokrasi olur hem de milletin onayından geçmeyen hiçbir cezalandırma usulü, meşru veya gayrimeşru yollarla icra edilemez.

Devleti “küçültmek”ten ve arsıza uğursuza yem etmekten bahsetmiyorum. Devlet, milletinin emir ve komutasında o kadar güçlü olacak ki… Dicle Nehri kenarında bir kurt, çobanın kuzusunu kapmak üzereyken kurdun üzerine çoktan havalanmış olan dronlar gelecek ve kurda iri bir parça kurutulmuş av eti atacak… Böylece hem çoban cezadan kurtulacak hem de kurtla kuzu devletin adaletiyle kardeş olacak! Benim ütopyam da bu olsun.

Allah, milletimizi her türlü açık ve gizli beladan korusun. Başarılı çalışmalarına yakından şahit olduğum Yerli Düşünce Dergisi’ne bu güzel sohbet için teşekkür ediyor, yayın hayatınızda başarılar diliyorum.

Kimdir?

1961 Samsun doğumlu, aslen Kayserili olan Şükrü Alnıaçık, 1984 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Fakültesi Genel Türk Tarihi Lisans eğitiminden sonra iki ayrı enstitüde “Türk ve Dünya Tarihî” ihtisası yaptı. Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü’nde bir süre Araştırma Görevlisi olarak çalıştı. Aynı üniversitede Hukuk Eğitimi de alan Alnıaçık, MHP Genel Başkan Başdanışmanı olduğu 2012-2018 yılları arasında Ortadoğu Gazetesi’nin günlük köşe yazarıydı. Aynı zamanda Ülkücü Yazarlar Derneği Kurucu Genel Başkan Yardımcısı olan Şükrü Alnıaçık, hâlen yerli bir siber güvenlik firmasında danışman olarak görev yapmakta, farklı dergilerde siyasi yazılarına devam etmektedir.