Şimdi yükleniyor

Şiddetin İki Yüzü

92 suheyla elma

Şiddetin İki Yüzü

Gün içerisinde içimizde çok çeşitli duygular yaşarız. Temelde genetik olduğu varsayılsa da kültürel ve coğrafi etmenler bizi belli başlı kalıplara sokar. Dünyanın en stratejik konumunda bulunan Anadolu, kültürel anlamda, bulunduğu coğrafyanın konumu ile Orta Doğu, Kafkaslar, Balkanlar, çağlardan beri küçülen dünya düzeniyle Batı ve göç ettiği Orta Asya’nın etkisiyle çeşitliliği yüksek bir kültürel değere sahiptir. Her ülkenin ve coğrafyanın kendine has yaşadığı duygu biçimi, Anadolu’da kendine has bir şekle bürünmüştür. Dünyada teknolojik – ekonomik değişimler ve buna bağlı olarak, alışkanlıkların dışına çıkılmış yaşam biçimleriyle küresel olarak gözlemlediğimiz güç savaşları baş göstermeye başladı. Bu, insanları bireysel olarak da kendi gücünün ölçüsünde onu kötüye kullanma eğilimine itti. Bu da toplumun temelinde gücü, içimizde var olan öfke duygusunu bir adım öteye taşıyan şiddeti doğurdu.

Öfke ve şiddet eğilimi, yaşamın ileriki yıllarında ortaya çıkan bir durum mudur? Yoksa çocukluk yıllarında başlayan, bireyle de kendini büyüten bir duygu mu? Aslında şiddete maruz kalmadan büyümek olanaksız da denebilir. Küçük yaşta bir çocuğa, onun hoşlanmayacağını bildiği bir lakap takmak, hatta ona küsmek de bir çeşit şiddettir. O anki gücünün ve cesaretinin etkisiyle büyüyen çocuk, her öfkesinde şiddete başvurabileceği gibi; lakap takılıp aşağılanan çocuk da içinde büyüttüğü aşağılanma kompleksi ile ileriki yaşlarında öfkesini şiddet eğilimine dönüştürebilir.

Şiddetin en basit tarifi, sabırsızlığın öfke ile alevlenip eyleme dönüşmesidir. Toplum olarak en mutlu anımızda bile çok sabırsızız. Haftalardır beklediğimiz bir futbol maçına gittiğimizde daha ilk dakikalarda kaçan bir gole sinirlenebiliyoruz. Dakikalar geçtikçe sabrımız tükeniyor. Biz farkına bile varmadan terazinin diğer yanına öfke yüklüyoruz. Öfke azaldıkça adrenalin yükseliyor ve o eşiği geçince sonunu kestiremediğimiz saldırganlık hâliyle kendimizden geçiyoruz. Şiddet oranında ne yazık ki dünya sıralamasında üst sıralardayız. Ne yazık ki kadına şiddet, bu oran içinde başı çekmektedir. Saygının bittiği yerde başlayan sabırsızlık, aile içinde başlayıp topluma yayılan bir şiddet eylemine dönüşebiliyor. Kadına şiddetten bahsederken, şiddet uygulayanı yetiştiren de kadın, şiddete mazur kalan da başka bir kadın. Bazen cehalet, bazen toplumsal yapı, şımarıklığı cesaret gibi göstermektedir. Çok gariptir ki şiddet gören bir kadın, şiddet uygulayabilecek tarzda çocuk yetiştirebilmekte.

Şiddete meyilli insanı dışarıdan tahmin etmek güç olabilir. Yine şiddete meyilli insan, bu durumu hareket ve tavırlarıyla belli de edebilir. Yani şiddete meyilli olduğunu kolaylıkla da anlayabiliriz. “Bu da bu işi yapacak insan mıydı?”, “Bunu yapacak dünyadaki son insandı.” sözlerini duymuşluğumuz vardır. İç dünyasında yaşadığı, çocukluktan gelen aşağılanma ve dışlanma gibi davranışlar, bellek altında şiddete meyilli olmaya sebep olabilir. Şiddeti, sabrın çabuk tüketilir eyleme dönüşmesi olarak tabir edersek, bu tip insanlar sabrını daha fazla kullanıyor diyebiliriz. Bunu çaresizlik ve baskı ile tanımlayabiliriz. Potansiyel gördüklerimizde ise öfke anında hiç sabretmeden direk eyleme geçilebilir. Yetişme tarzı, şımarıklık ve güce güvenme olarak tasvir edebileceğimiz kişiler -aslında öfke- olayların sonunu bilen hatta planlayan kişilerdir.

Mesela hasta ya da hasta yakını olarak hastaneye gidildiğini varsayalım. Daha evden çıkmadan kafasında birkaç senaryo kurar, eylemin sonunu düşünür ama umurunda olmaz. Sırada beklemek, tahlil sonucu gibi aslında önceden öngördüğü ama işleyiş içindeki sabırsızlığıyla öfkesini ve gücünü önemsenmeye odaklayan kişilerin şiddete başvurması ve devam ettirmesi, tamamen sosyal yaşantı, aile ve yetişme tarzı ile ilişkilendirilmelidir. Ne yazık ki şiddeti uygulayanların birçoğunun, yaptığının şiddet olduğunu bile bilmiyor olması üzücüdür. Yaşam tarzı, görgü kuralları ve ortamı, bunu onlara normal gibi göstermektedir. Kanunlarla ve dinimizde tüm insanların eşit olduğunu, ona ne kolluk kuvvetleri ne de ilkokula başladığında öğretmeni öğretmeli. Bir kadına, bir anneye ve kendinden güçsüzlere; psikolojik ve fiziksel şiddette kendinin haklı olamayacağını yine bir kadın, bir anne öğretmelidir.

İnsani yapımız gereği, çok sabırsız olmamız da gayet doğaldır. Hayat planladığımız gibi de gitmeyebilir. Haksızlığa uğramak kimseyi bir başkasına şiddet uygulamada haklı da yapmaz. O zaman ne kanunlara ne de manevi duygularımıza ihtiyaç olurdu. İnsan, var olduğu günden bu yana birlikte yaşamış ve buna ihtiyaç duymuştur. Bazı kültürlerde bu bilinci oluşturmak, sadece geleneklerle de olmaz. Bazen katı kurallar koymak gereklidir. Yapılan olumsuz ve haksız eylemlerin, toplumda ikna edici katı kuralları olmalı. Birçok kültürün düzen ve yürütülmesinden bahsederken kimse katı kurallarından, büyük cezalarından bahsetmez. Caydırıcılığı o kadar topluma yansımıştır ki kültür etkisi olduğu düşünülür. Bu da şu anlama gelmektedir. Kural koyucular, bazen toplumun kültürünü de oluşturabilir. Çok sabırlı olanlar, “Siz zaten uyumlu ve uygar insanlarsınız.” diyerek önce şiddet eğiliminde olabilecek insanların sorununu çözmekte, fakat bunu yaparken uygar olduğunu düşündüğümüz insanlara da diğer taraftan psikolojik şiddet uygulamaktadır. Şiddet eğilimli ya da değil diye iki farklı insan profili görünen toplum oluşmaması için caydırıcı ve adaletli kurallar, toplum barışına katkı sağlayacak en önemli unsurdur.

Televizyonda ya da sosyal medyada hemen her gün duyduğumuz olumsuz şiddet haberleri görmekte, okumaktayız. Sadece bireysel anlamda da değil, dünyanın birçok yerinde daha çok ekonomik, dinî baskı ve şiddetler yaşanıyor. Ülkemizin her platformda dillendirdiği, karşı çıktığı haksızlıklara diğer dünya devletleri kulaklarını tıkamaktalar. Bireysel şiddetten bahsederken; anne, aile ve çevre faktöründen konuşurken; ulusal şiddetin kaynağını da iyi araştırmak, analiz etmek gerekmektedir. Baktığımızda, burada yine ahlaki durumla karşı karşıya kalmaktayız. Önce İngiltere’nin sonra bütün Avrupa ve Amerika’nın sömürgecilik anlayışı, dünya düzenini adaletsiz bir yapıya yöneltti. Şimdi medeniyet abidesi gördüğümüz birçok devlet, dünyanın birçok coğrafyasında şiddet kullanarak acı izler bırakmıştır. Bireysel şiddetin çözümünde gerekli olan ahlaki değer ne kadar önemli ise toplumsal ve küresel şiddetin çözümünde de bir o kadar önemlidir.
Şiddet, çoğu insan için bir davranış ve psikolojik duygu biçimidir. İnsan psikolojisini tıp ne kadar çözebilmiş, tartışılabilir. Örneğin bir kişi keyifli bir akşam yemeği için şehrin en lüks mekânına gider, kendisi için rezervasyon yapılmış masasına oturur. Amaç sadece bir fincan kahve içmek ya da karnını doyurmak değildir. Keyif almak, biraz kafasını dağıtmak ister. Efsane sunumlar sonrası Türk kahvesi söyler. Hafiften çalan caz müziği, ortamı daha da dingin yapmıştır. On dakika sonra kahvesini içmeden, restoranı savaş alanına döndüren yine aynı adamdır. Sebep çok komik, çok basit, çok sıradan. On dakikadır garsona söylediği kahvesi masasına gelmemiştir. Saygı yoksunluğu da şiddetin sebeplerindendir. Yine her şey aile eğitimine çıkıyor.

Şiddet karşısında bir insan ne tür tepki verebilir? Tepkisini duyurmaya ve göstermeye geç kalma, fiziksel şiddeti hızlandırır. Çünkü şiddete maruz kalma, genelde çaresizlik durumunda ortaya çıkmaktadır. Bu ister çocuk olsun ister bir kadın ya da bir erkek. Toplumda acınma duygusuyla zayıf görülme, daha da içine kapanma korkusu, kişiyi durum karşısında sessizliğe itmektedir. Kişi, şiddete maruz kalmanın; zayıflık, acizlik, utanılası ve acınası duruma düşürüldüğüne inanır. Bu da daha ilk başta vereceği tepkiyi erteler, örseler hatta çaresizliğe sürükler. Bu da şiddet eğilimdeki kişiyi cesaretlendirir.

İlk başta önemsenmeyen, belki bir korkutucu bakışla başlayan tehdit; cinayete varan bir şiddete dönüşebilir. Bu yüzden bunun önüne geçmek için caydırıcı kanun ve kuralların hiç esnetilmeden uygulanması birinci kural olmalıdır. Okulda, sokakta, iş yerinde, aile içinde, dolmuşta ya da parkta her nerede olursa olsun; basit diye düşündüğümüz bir tehditkâr bakış, sözlü ya da fiziki taciz, adı her ne olursa olsun bu durumu, daha ilk anda ve sonrasında aile ve devletimize bildirilmesi gerekmektedir. Öfke-takıntı gibi anormal duygular, kendini çok çabuk büyütür. Susmak gübresidir. Susma!