Şimdi yükleniyor

Öksüz Bir Neslin Ağabeyi: Mustafa Çalık

109sayik

Öksüz Bir Neslin Ağabeyi: Mustafa Çalık

Neslimin bir önceki kuşağını temsil eden öncü isimlerden biridir Mustafa Çalık. Benim kendisiyle tanışmam, O’nun beni tanımadığı ve fakat benim kendisini tanıdığım bir zaman dilimine, Türkiye Günlüğü dergisini çıkartmaya başladığı yıllara rastlar. Karşılıklı olarak tanışmamız o kadar da eski sayılmaz. Sanırım 2000’li yılların başları idi. Bir gün telefonda o cânım dokunaklı ses, “Ben Mustafa Çalık” diye söze girdi. Telefon numaramı merhum valilerimizden Ayhan Çevik’ten almış.

Bir mesele için aramıştı. O ilk muhaveremizde meseleye girmeden önce bana bir hikâye anlattı. Rivayete göre, “Zamanın birinde bir beyzadenin güzeller güzeli bir atı varmış. Adı dilden dile dolaşırmış. Ve herkes ondan söz eder, onun adına destanlar düzermiş vs. Gel zaman git zaman, beyzade avlanmak üzere yola çıkmış. Yolda giderken susuzluktan kıvranan bir bedeviyle karşılaşmış. Tabiî, bunu gören beyzade durur mu, hemen atından inip bedeviye suyu uzatmış. O anda birdenbire sağdan soldan peyda olan bir yığın adam üzerine çullanıp atını gasp etmişler. Meğerse o susuzluk görüntüleri filan, hepsi birer mizansenmiş. Beyzade oturup ağlamış. Bu hâli gören bedevi, ‘Yahu sen beysin, bir at için bu kadar ağlanır mı?’ deyince, ‘Behey nâdân, at için değil ağlamam. Bundan sonra çölde bir ferdi vahide tek yudum su veremeyeceğiz. Sen bunu yıktın. İşte ben buna ağlıyorum.’ demiş.” Hikâye bu!

Bu hikâye, bizim mahallenin hikâyesiydi. Hâlimizi bu kadar iyi anlatan ikinci bir hikâye bilmiyorum. Konuya giriş yaparken, böylesi bir anekdotla başlamam bazılarına tuhaf gelebilir. Gelmesin. Hakkında bir şeyler yazmaya çalıştığım adam, kıssa geleneğinin kalbinden, aramızdan biri, abimiz. Şu bizim Mustafa Çalık’tan bahsediyorum. Sevecen, enerjik, cerbezeli, gözü kara, nükteli, komitacı ve daha bilmem ne kadar vasfı olan bir adam. Fakat hepsinden önemlisi, her bir tavrı yüzde yüz yerli biri. Yabancı, eskilerin deyimiyle Lisan-ı Frenk’ten bir kaynağı aktarırken bile onu Türkçeleştirir. Kendi renk ve kokumuzu katar ona. Kritiğe tabi tutmasıyla yapar bunu, takdir ederek yapar ama mutlaka ona kendi renk ve havamızı katarak yapar bunu. Artık o malzeme bizim olmuştur. Korkulacak zararlı bir şey değildir o. Ben, Mustafa Çalık’ı böyle tanıdım.

Derken, meşum bir hastalığa tutulduğunu öğrendim. Hastaneye kaldırılmış. O ateşin mizaç bitap düşmüş, öyle işittik. Eş-dost gamlandık, her birimizi bir telaş sardı. “Çalık” denilen adam, bilen bilir; o kadar da kolay biri değildir. Hatta zorun da zoru sayılabilecek bir mizaçtır. Konuşurken bulan, yakalayan, zapt eden, resmeden, estetize eden, kritik eden ve hatta hangi kaynaktan geldiğini hiçbirimizin, belki kendisinin de bilemediği müthiş bir anaforla denetimi gittikçe zorlaşan bir enerji patlamasını çok sesli bir orkestrayı yönetir gibi yöneten bu adam, pek tabiî ki kolay biri olamazdı. Olması da gerekmiyor zaten. Sadece bizim için değil, kendisi için de kolay değil. İçeriden gelen o kadar renk patlamasını ahenk içinde sunma becerisi, bazen de bizzat o sağanağın nesnesi hâline getirebilir insanı. Kendisi bunların tamamını yaşamış ve yaşatmış biri. Bence daha da önemlisi, o kadar zengin repertuvarın hepsini dikkatle, itidalle rafine ederek bize sunmasıdır. Fakat her nedense bu adam da çoğu benzeri gibi layıkıyla anlaşılmadı. Herkes onun bir cephesini aldı. Bu biraz da pahasına pazarların dirhem bulamadığı ürün satmasındandı. Jest ve mimiklerini belagatin en yüksek tonunda sahneleyen bu adam, “Kop Dağı’nda” olmasa da ona yakın bir yerde dükkân açmış. Bunu bilerek yapmış. İsteyerek işlemiş bu suçu. Merdiven altı ürün değil ürettikleri.

Söz ve kavramların dil ve mimiklerinde yeni bir şahsiyet kazandığı bu adam, sanki bir simyacı. Hani eski Fergana atları için kan terleyen semavi atlar denirmiş ya… Gökten iner gibi inerlermiş şafağa karşı. Sözün de bu türden hâlleri vardır. Kan terleyen atlar gibi kanatlanırlar. Yükselen söz değildir, sözün sahibidir aslında. Goethe, Faust’ta “İsim gürültüden başka bir şey değildir / Göklerin ihtişamını bizden gizleyen sistir” demiş. Mimikleriyle bu sisi dağıtmak ister gibi bir helecan içindedir Çalık. Öyle görürsünüz. Sadece aklını değil, kalbini de kelimelere kazımak isteyen bu adam, Mustafa Çalık, “Dilsüzler haberini kulaksuz dinleyesi / Dilsüz kulaksuz sözin can gerek anlayası” diyen Büyük Yunus gibi daha da ötelere gitmek ister.

Burada devreye söz değil, tavır ve mimikler girer; onlar konuşur. Belagatini sadece söze değil; jest, mimik ve tavırlarına da yükleyen bu adam, hastane köşesinde bu sefer her şeyini bakışlarına yüklemiş, her ne söyleyecekse onlarla söylemiştir. Bundan daha veciz, böylesine dolaysız bir anlatım olabilir mi diye düşündüm bir zaman. Bütün bunları düşünürken aklıma Orhan Okay’ın bir sözü geldi: “Hilkatin mübalağası!”. Evet, ağabey de tüm benzerleri gibi hilkatin mübalağası idi. Bütün çizgi dışı hâl ve etvarın tamamı ondan, o mübalağadandı.

Bunların tamamı veya daha fazlası olan bu adam, derununu gizlemek için çoğu zaman bizi zahiriyle meşgul etti. Bunu birçok defa bizzat gözlemledim. Fakat aynı adam, bu bizim bildiğimiz Çalık; aynı anda birden fazla halet-i ruhiyeyi temsil eden, kendini faş eden, bundan çekinmeyen çırılçıplak adamdır da. Bu bazılarına bir çelişki gibi gelse de bizatihi zenginliğin kaynağı, ta kendisidir. Bu tür duyarlı mizaçların benzer hâllere girmesi olağan ve tabiîdir. Bendeniz, ne yalan söyleyeyim, birden fazla, çok fazla Çalık’la muhatap olduğumu söyleyebilirim. Hepsi de bizim aşinamız olan o adam, o inanılmaz renkli, ele avuca sığmaz adamdı. Ortak nokta hepsinde de aynı: Sınırlarına bir türlü nüfuz edemediğimiz engin, serazat, coşku dolu bizim Çalık Abi’miz. Gümüşhane gibi yerler, çok sık olmasa da bu tipte adamlar çıkartabiliyor. Bunda şehrin, Erzurum ve Trabzon gibi iki farklı kültür havzasının arasında olmasının da payı olabilir. Durmuş Hocaoğlu gibi bir adam da o kendine has kabına sığmayan mizacıyla Mustafa Çalık’ın açılım yapılmış filozof tarafı; ama sadece filozof tarafı olarak görünür bana. Çalık, çok farklı şubeleri olan biri. Kendini sadece felsefenin fildişi kulesine hapsedemeyecek kadar realite, günlük politika, organizasyon, Türkiye’nin dünü, bugünü ve yarınlara ait meseleleri, hayatın akışı, iş-güç ve bir yığın meseleyi aynı anda bir arada yürütebilen biri. Siz Türkiye’de hem de Gümüşhane’de büyük hayvan yetiştirerek yayımcılık yapan kaç kişi tanıyorsunuz? Bir anda hem de hiç zorluk çekmeden felsefenin en karanlık labirentlerinden günlük hayata intibak eden kaç adam bilirsiniz diye sorsam, yine aynı cevabı verirsiniz.

Üzerinde çok durulmayan hususiyetlerinden biri de Balzac romanlarındaki kadar farklı birçok karakteri canlandırabilme yeteneğine sahip olmasıdır. Bu, bir tür, dünya kadar farklı karakteri pekâlâ içselleştirebildiği anlamına gelir. Konuşurken dikkatli bir dinleyici bunu hemen fark eder. Çok farklı kesimlerle rahatlıkla ilişki kurabilmesinin bir nedeni de muhtemelen budur. Kendisi, bazılarının Monşer diye aşağıladığı bir tiple kamyoncu esnafı arasındaki hatt-ı muvasalayı hiç zorlanmadan kurabilir. Farklı sosyoloji ve kültür tabakalarının bütün kesimleriyle rahatlıkla ilişki kuran bu adam ilginçtir, bütün bunları yaparken kendi hususiyetlerinden zerre miktar taviz vermez. Bu, muhatabına derinlemesine nüfuz eden ve fakat bunu yaparken kendi kalabilen ve hatta sürekli kendini telkin eden güçlü şahsiyetlerin üstesinden gelebileceği bir hassa, bir rüçhaniyettir.

Zaman zaman aşırıya gider gibi görünen eleştirilerinin bir kısmı, yaptığı karşılaştırmanın daha iyi anlaşılması için bir basamak değilse eğer, onu mutlaka coşkun mizacına vermek gerekir. Kendisi pekâlâ bilir ki, en uca koyduğu kesimlerle de pekâlâ bir anlaşma zemini bulunabilir. Ve bunun mutlaka gözetilmesini ister. Kendi kendini de tashih edebilen bu adamın en büyük zaaflarından biri, belki de başlıcası görünen o ki, hamakat ve bayağılık karşısında gösterdiği aşırı duyarlılıktır.
Bunun daha da ötesi hem kel hem fodul cinsinden tiplere duyduğu nefrettir. Cesaretim olsa tiksinti derdim. Bu yüzden olsa gerek, bazı muarızlarıyla konuşurken gösterdiği orantısız zekâ tezahürleri, aklımıza ister istemez kendisinin bu duyarlılığını getiriyor. Zaten bu tip adamların tamamında her şey had safhada tezahür eder, ama her şey. O yüzden de kendi kendilerini kontrol etmeleri, dünyayı yönetmekten daha müşkül hâle gelebilir.

Ameliyat sonrası sosyal medya hesabından buruk bir tebessümle çekilmiş bir fotoğrafı yayımlandı. O fotoğraf bana çok dokundu. Her şeyi anlatan bir fotoğraftı o. Hastane odasından verilen bir tebessümle dost ve arkadaşlarına uzatılan bir buket duygu seli karışmış gibiydi bakışlarına. O kabına bir türlü sığmayan enerjinin yerini tevekkül ve teslimiyet almış, bir ömür boyu her türlü muhatarayı göğüslemeye hazır o coşkun mizaç, içinde binbir ıstırabın gizlendiği bir sükûnete bırakmıştı kendini. Ama o güzelim duygusallığını saklayamamıştı. İçinde biriktirdiği bütün her ne varsa, her kimle, her nerede, ne kadar hemhal olmuş ve ondan zerre miktar her ne biriktirmişse hepsine selam söyler; el uzatır gibi her şeyi dışa vurmuş, kendini ele vermişti.

Hani Hz. Hamza’nın son darbeyi yedikten sonra bile, hasımlarına fırlattığı bir bakış vardır ya; teslim olan değil, teslim alan, ölüm anında bile heybet ve nefse itimat hâlinin kemal noktasını gösteren mustarip bir bakış. Ağabey de o hasta hâlinde, kendini bırakıveren bir tavrı değil; koca bir çınara yaraşır vekar, tevekkül ve istiğna içindeki bir mustaribin duygusallık ve metanetini sergilemiş o bakışlarda. İki zıt hâlet-i ruhiyenin bir anda mezc olduğu anlar tabiatın nadiratlarındandır. Bu da işte onlardan biriydi. Bütün duygusallık ve iç çelişkilerini kendi iç enerjisiyle, imanından aldığı o güvenle ahenge çevirmiş. O hâlinde bile müstağni, o en özel demlerde bile bir kanatlanma, irtifa hâlinde kendi iç yolculuğuna devam edebilme ayrıcalığını muhafaza etmiş. İçinden geldiği kültüre kelimenin kâmil manasında inanan, bu konudaki imanından zerre miktar şüphesi bulunmayan bir adam ancak başarabilirdi bunu. Ben, o bakıştaki ifadede bunları ve daha fazlasını gördüm.

O mütevekkil bakışlardan bakışımı kaldırdıktan sonra tekrar eskilere, hatıralara döndüm. İmparatorluğun son kahraman neslini, peygamber ordusunu sever gibi seven bu adam, bu fırtınalı yürek, şayet böylesine büyük bir imanın adamı olmasaydı, bu iç enerjisi O’nu nerelere sürükler, hangi fırtınalı denizlere sürüklerdi diye kendi kendime sordum. O müteheyyiç mizaç toplayıcı, toparlayıcı sahih mecrasını bulamasaydı, belki de kendi içine yönelir, huzuru orada aramaya çalışır, belki de çok daha kötüsü kendi kendini tahrip eder bir nihilist olur çıkardı. Düşüncesi bile kolay değil bunların… Oysa zaman zaman bunları düşündüğüm olmuştu, olmadı değil. Hatta bazı dost meclislerinde de bunu konuşmuşluğum vardı.

Buğday tarlasında gelincik hüznünü yaşar gibi yaşadığı anlar olmuştur muhakkak. Hâlâ da oluyordur. Ama o her zaman yediveren bir buğday olmayı tercih etti. Hakiki manada Anadolu, hakiki manada Türk ve hakiki manada Müslüman… Çizgisi, memleketin çizgisiydi. Memleketin mayasıyla yoğurulmuş bir münevver. Yolu buydu ve hep böyle kaldı. Bizde Türk münevverinin temel eksikliği budur. Mustafa Çalık bunu başardı. Cedit Hareketi de esas manasında budur: Köklerde dirilmek.