Şimdi yükleniyor

Karanlık Bir Yolculuğun Hikâyesi: 18 Mayıs 1944

89 gonul topaktas

Karanlık Bir Yolculuğun Hikâyesi: 18 Mayıs 1944

Feride ve ailesi, Bahçesaray yakınlarında Değirmenköy’de yaşar ve bağ-bahçe işleriyle meşgul olurdu. Dedeleri Osman, elde ettikleri ürünlerden Bahçesaray’a götürüp satar, öylece geçinip giderlerdi. Bir yılı aşkın süredir Kırım Almanlar tarafından işgal edilmiş, zulümler artmıştı. Osman Ağa; hanımı, torunu ve kızıyla birlikte mütevazı bir hayat yaşar, herkes tarafından sevilir, sayılır, kimseye muhtaç olmadan ve kimseyi rahatsız etmeden bu güzel köyde yaşarlardı. Feride’nin babası şehit olmuştu, bu büyük acıyla aile çok üzülüp ağlamış ancak hayattan ve gelecekten umudunu hiç yitirmemişlerdi. Ancak hayat, onlar için zorlaşmıştı. Feride’nin annesi Gülçehre bir bebek bekliyor, işlere pek yardım edemiyor, günden güne umutları yüreğinde, bebeği bedeninde büyüyüp gidiyordu. Dedesi Osman Ağa ve anneannesi Aybibi, doğacak bebeğe şehit olan oğulları İsmail’in adını koymak istiyorlar, Feride ve annesi de sessizce buna sevinip kabul ediyorlar ve İsmail’i heyecanla bekliyorlardı. Aile içerisindeki işleri hem kendi aralarındaki dayanışma hem de komşularının destekleriyle bir şekilde halloluyordu.

Her bahar olduğu gibi Feride ve ailesi; atları Altay’ın çektiği at arabalarına biner, köy yakınındaki küçük bahçelerine gider, bağ çubuklarını bu dar tarlada ayrık otlardan arındırır, çapalar, sular ve akşama doğru dönerlerdi. Oraya vardıklarında Altay gezer, otlanır ve aile, bahçenin işlerini yapardı. Vatan toprağı kutsaldı; incitmeden çapalamalı, suyla, hayvan gübresiyle beslemeliydi. Dedesi Osman Ağa böyle düşünür, böyle de yapardı. Aile, toprağı sadece ekmez; her bahar her karışına dokunur, ellerinden, toprağa yüreklerindeki umudu akıtır, tohumu, toprağın bağrına emanet eder, sular, sonra da Allah’a emanet eder ve köylerine dönerdi. Öyle ki Osman Ağa, toprağı avucuna alıp bir nefes çeker “Şehitlerimiz kokuyor, oğlum kokuyor.” diyerek gözleri dolar ağlardı zaman zaman. Toprağa sevdalı tohumu, kara toprağın kucağına emanet eden aile, sonra el açıp Allah’a tevekkül eder, hayırlı bol rızıklar diler ve sabırla beklerdi. Allah, onlara umut ettiklerinden de fazlasını nasip ederdi; yazın yerler, komşularla paylaşırlar, birazını satar hatta kışa da ayırırlardı. Allah’ın verdiği bu rızık, onlara Rus, Ermeni, Tatar, Yahudi komşularıyla paylaştıkça çoğalır, bereketlenir bir sonraki yıl daha da çok ürün hasat ederlerdi.

Diğer günlerde Feride; Alkeçi, Balkeçi, Cankeçi’yi ve Altay’ı otlamaya götürür, çocukluktan beri arkadaş olduğu Mustafa da onunla giderdi. Hem ona göz kulak olur hem de koyunlarını yayardı. Feride ve Mustafa iyi iki arkadaştı ve arkadaşlıkları aynı zamanda tüm köy halkının da dilindeydi. Aynı yaşlarda olan bu iki genç hem birbirine hem vatana ve hem de millete sevdalıydı. Bu sevgi yüreklerine ağır gelse de onlar, seve seve her şeyi göğüsleyecek kadar güçlü ve kocaman bir yüreğe sahipti.

Her çocuk gibi Feride de sevgi çemberiyle çevrili küçük dünyasında mutlu bir birey olarak büyüyor, dedesi Osman Ağa, anneannesi Aybibi, annesi Gülçehre, Feride’yi hep Aybalam diye sevip bağırlarına basıyordu. Osman Ağa; Kırım hikâyelerini, Ulaklı Saray’ı, Giray Han’ı, aziz milletinin kahramanlıklarını anlatır, böylece Feride de çok şey öğrenirdi. Kandillerde Büyük Han Cami’ye giderler, namazlarını kılarlar, şehitlere ve geçmişlere Fatihalar bağışlar, Kırım ve Kırım halkının sağlık ve selameti için dualar ederlerdi. Almanlar, güzel Kırım’ı işgal etse de hayat böyle devam ederdi Değirmenköy’de…

Bir gün bahçedeyken genç kız, çiçekli elma ağacının altına oturmuş, hayallere dalmıştı. Hayallerinde bir Mustafa’sı bir de Kırım’ı vardı. Güzel vatanı Kırım’ı, Almanların eline bırakan Sovyet idaresi, Almanların işgali sonrasında halkın, Almanlarla iş birliği yaptığı bahaneleriyle halkı suçluyor ve sürgün edilecekleri söylentileri kulaktan kulağa dolaşıyordu. Bu ne büyük bir zulümdü. Güzel kokulu kutsal vatan toprağını korumak, karışıklıklar içinde ne kadar zor diye düşünüyordu. Feride, her şeye rağmen “Almanlar vatanımızdan gitsin, sonra ben de büyüyünce dedem inşallah beni Mustafa’ya verir, güzel bir düğün yaparız, komşularımız gelir, eğleniriz…” diye hayaller kuruyordu. Feride, hayalinde, üzeri kırmızı işlemeli kaftanınıgiyeceğini, başına pembe dantelli bir kalpak takacağını da unutmuyordu. Feride’nin, her bir saç teline taktığı umutları vardı, hayallerinde süslediği saçlarının gücü yetmezdi umutlarını tutmaya. Bu yüzden olsa gerek bazı hayalleri, umutları uçup kaybolurdu…

Bir gün yine uzaklara baktı belki Mustafa gelir, çapalamaya yardım eder diye düşündü ama Mustafa o gün hiç gelmedi. Mustafa’nın askerlik yaşı gelmişti, geçici olarak bahçe işlerinde Feride ve ailesine yardım ediyordu. Tüm köy halkı bu iki genci birbirine yakıştırır, hanım hanımcık Feride ve köy delikanlısı Mustafa, sevgi dolu bu ortamdan zaman zaman uzaklaşır ve uzun uzun Kırım’ı konuşurlardı. Bir gün Mustafa uzağa bakarak, elini yumruk yaptı, gözleri doldu, dişlerini sıktı, sesi bile değişti. Bir şey diyecek oldu sustu, Feride kötü bir şey olmuş diye düşündü içinden ve dayanamayıp sordu.

– “Üzüldüğün bir şey mi var?”

– “Arkadaşım Davut Alman ordusuna katılacak, beni dinlemedi. ‘Gönüllü Nefs-i Müdafaa Taburları’na gidecek, Alman askerleri zorluyormuş. İstemiyor aslında ama yazmışlar.” diye iç geçirdi, gözleri doldu ve sustu. Bir süre sessizlik oldu. Sonra devam etti: “Stalin’in zulmünden kurtulalım derken Almanların emrine girmek bize göre değil dedim ama… Bizler Giray Han’ın torunları, bu toprakların öz be öz sahibiyiz. Bu dağların börüsü, ovaların maralı, gökyüzünün kartalıyız. Binlerce yıldır Ayamamaya âşık kökbörüleriz.” Devam etti Mustafa: “Feride, ne korkunç Almanlar, Azat Kırım adlı bir gazete bile çıkarmış, halkı Sovyet’e karşı kışkırtmak, kandırmak için. Hayatım pahasına da olsa vatanıma sadık kalacağım.
Kırım’ın Kuybişev, Bahçesaray, Aluşta, Sudak, Lenin ve Balaklava rayonlarına ait 21 köyden 18 yaşın üzerinde 4252 kişiden 2324’ü genç (bu bölgelerdeki toplam yetişkin nüfusun %56,9’udur), Kızıl Ordu’ya katılmış.1 Davut’u ve diğerlerini, Rus komutan Makrousov ve Martinov, Kırım Türklerine kininden dolayı Sovyetlere şikâyet etmiş. Kırım Türklerinin Almanlarla iş birliği içinde olduğunu rapor etmiş.

Sovyet yönetimini, Kırım Türklerinin vatana ihanet ettiklerine inandırmış, çok üzüldüm.”
Feride, Mustafa’nın üzüntüsünü unutturmak için Bostorgay Türküsü’nü mırıldanmaya başladı. Mustafa, “Ben ne diyorum sen ne diyorsun Feride’m. Vatanımız tehlikede, biz tehlikedeyiz, şimdi gitmeliyim. Yarın doğum günün, buluşalım diyeceklerim var.” dedi. Feride’yi anlından öptü, Allah’a emanet edip gitti. Feride çok şaşırdı, ne diyordu Mustafa, kendisi ne yapmıştı… Feride’nin de anlatacakları vardı aslında. Artık yarına diye iç geçirdi.

Ertesi gün elma ağacının altında Mustafa ve Feride buluştu. On beş yaşına giren Feride’ye bir demet kır çiçekleri verdi Mustafa. İki arkadaş, Yaratan’dan kendileri, güzel Kırım ve halkları için dua edip sağlık, selamet, huzur ve barış dilediler. Sonra Mustafa anlatmaya başladı, Davut ve arkadaşlarının tutuklandıklarını, Sovyet yönetiminin Kırım Türklerini sürgüne göndereceğini önemli bir yerden duyduğunu ve yakınlarına bunu söylemesini istedi. Feride, önceki sürgünleri duymuştu. Birdenbire akan gözyaşlarına engel olamadı. Sessiz akan gözyaşlarının her damlasında; umutları, gençlik heyecanı, hayalleri ve bütün gücünü de kaybetti o an.

Eve geldiğinde Mustafa’nın anlattıklarını ailesiyle paylaştı. Annesi, yemek hazırlamayı bıraktı, komşuları haberdar etmeye gitti, geç geldi. Anneannesi, ah edip ağlayıp sızladı. Dedesi çok şey duymuştu sürgünler hakkında, ancak sakin ve sessiz durmayı tercih etti. Akşam yemeğini Feride hazırladı ama yemediler, yiyemediler. Dedesi korkuyor, kimseye bir şey hissettirmemeye, söylememeye çalışıyor; her ihtimale karşı tedbiri de elden bırakmıyordu. Gizlice, bir torbaya birkaç ekmek, kavurma, kuru gıda, yaş börek koydu. Erkenden yattılar. Her zaman olduğu gibi sabah ezanıyla beraber kalkacak, namazdan sonra bahçeye gideceklerdi; daha çok iş vardı. Gözleri uyku tutmuyordu, ama bir süre sonra düşünceler yumağından kopamadan zor da olsa uykuya dalmışlardı.

Gece sabaha karşı kapı çok sert çalındı. Sese herkes uyandı, telaşla Osman Dede kapıya vardı. Sovyet askerleri, “Herkes tren istasyonunda toplansın.” diye bağırıp çağırıyordu. Komutanlar, treni beklemelerini bağırıp çağırarak söylüyor, bir yandan da yeni gelenlere acele etmeleri için askerler dipçiklerle vuruyor, halkı hırpalıyor ve peş peşe emirler yağdırıyordu. İstasyona vardıklarında tüm Değirmenköy halkı istasyonda toplanmıştı; ağlayanlar, yere düşenler, fenalaşan yaşlılar, soğuktan üşüyen çocuklar herkes perişandı. Hava çok soğuktu. Osman Dede ile ailesi ve garda bulunan halk üşüyor, ancak kimse üşüdüğünü birbirine söyleyemiyordu. Sovyet askerleri, Kırım Türklerinin Sovyet halkına karşı ihanet ettiğini dipçik darbeleri ile azarlayarak söylüyor, insanlar tren vagonlarına, tıka basa bindiriliyordu. İtiraz edenler, gitmek istemeyenler oracıkta öldürülüyor; insanlar, askerlerin itelemeleri ve azarlamaları arasında sakinliğini korumaya çalışıyordu. Askerler, o gün sağdan soldan ite kaka Osman Dede ve ailesini de zorla katara bindirmişlerdi.

Ağlama, feryat sesleri soğuğa karışıp ayaza bulanıp dönüyor, yüreklere dolup çığlığı durduruyor, az önce çığlık atanları bile âdeta kilitliyordu. Tüm bunlar olurken şaşkın insanlar zorla katarlara bindiriliyor; evlerinden, bağlarından oluyorlardı. Altay, Alkeçi, Balkeçi, Cankeçilerinden, kokladıkları kutsal topraklarından zorla koparılıyor, sürgüne zorlanıyorlardı. Nereye gittiklerini bilmeden

günlerce sürecek eziyet dolu sürgün başlamıştı. Feride’nin anneannesi Aybibi, vatanından koparılmanın acısına dayanamamış, kısa zamanda ruhunu çoktan teslim etmiş, ağlamalardan durumu anlayan askerler, vagondan Feride’nin anneannesini bilmedikleri bir yere atmışlardı. Feride, dedesi, annesi ve vagondaki diğer insanlar bu zulme şahit olmuş, dedesi donakalmıştı âdeta. Yaşlı kadına tören yapılmadığı gibi saygısızca davranılmasından dolayı ürkmüş, korkmuş, üzülmüşlerdi. Yolculuk devam ediyor, dedesi kırk yıllık hanımını kaybetmenin üzüntüsünü kalbinin derinliklerine gömüyor, kendisinin bile duymadığı sessiz çığlıkları onu boğuyor, Osman Dede’nin kuruyan gözpınarlarında ve kirpiklerinde, tükenmişlik ve yaşadıkları umutsuzluklar asılıp kalıyordu.
Vagondaki bir çocuğun çığlığıyla Osman Dede, Aybibi dolu düşüncelerden silkelendi, ayıktı. Çocuk, açlıktan ve soğuktan ağlıyor, annesi çaresiz avutmaya çalışıyor, çocuksa susmuyordu. Dedenin, torbadaki yiyecekler aklına geldi, bölüp bölüp paylaştı herkesle. Çocuk, karnı doyunca sustu ve biraz sonra da uyudu… İnsanların ve insanlığın bittiği bu vagonda trajik çok şey yaşanıyordu. Askerlerin mazlum insanlara sıktığı her kurşun umudu öldürüyor, atılan her kurşun sadece Kırımlılara değil insanlığa, insan olma haklarına da sıkılıyor, insanlık sustukça da bu suç âdeta kartopu gibi

büyüyordu. Hayvan ve yük taşımada kullanılan bu vagonlarla daha önce de Çeçen ve İnguşlar sürgüne gönderilmişti.
Osman Dede ve vagondakiler, yolculukları devam ederken Gülçehre aniden sancılandı. Vagondaki hanımlar etrafını bir battaniyeyle kapatarak, imkânsızlıklar içinde Gülçehre’ye doğum yaptırmak istedilerse de başaramayıp anne ve bebeği kaybettiler… Aybibi Hanım gibi Gülçehre de vagondan askerler tarafından bilinmedik bir yere atılmıştı.
Osman Dede ve Feride birbirine sarılıp ağladılar, dede-torun birbirlerine sarılıp acılarını hafifletmeye çalışırken istasyona geldiler. Vagondakiler için hayatını kaybeden her insan güçlerini de sanki alıp götürüyor, yüreklerindeki boşluk büyüdükçe büyüyordu. Vatandan uzağa giden bu vagon, güzel Kırım’dan uzaklaştıkça insanlar her şeylerini daha da yitiriyordu; insanlar âdeta görmez, duymaz, koku almaz, tat almaz oluyor, boş ve anlamsız bakışlarla birbirine bakıyor, merakla daha başlarına ne gelecek bekliyorlardı. Her kilometre sonrası uzaklaşan katar hasretleri, özlem ve üzüntüleri katlıyor, vatan dedikleri yurdu görebilmek umudu git gide tükeniyordu. Oysa her bahar, elleriyle tarayıp sıvazladıkları, koklayıp öptükleri kutsal vatan topraklarında daha yapacak çok işleri, çok umutları vardı… İnsanın vatanına, milletine karşı ne umudu

tükenirdi ne sevgisi… Silip atamazdı; kökü
ordaydı, canı ordaydı. Tüm varlığı, aldığı nefes de oradaydı zaten…
Vatan Kırım’da artık bağlar üzüm verebilir miydi? Altaylar, Alkeçiler, Balkeçiler, Cankeçiler koşup dolaşıp oynayabilir miydi? Şehit İsmailler vatanın bağrında huzurla uyuyabilir miydi? Bahçelerinde kuşlar ötüşüp, elmalar meyveye dönebilir miydi? Akbaşlı kartallar mavi gökte uçuşup, ayamamaya âşık kökbörüler sürüler hâlinde gezip, marallar hoplayıp zıplayabilir miydi? Dağlarında nergizler, navruzlar, kengerler, kuzukulakları yeşerip çiçek açabilir mi? Ovalarında çilekler dolu dolu meyve verir mi? Eskisi gibi…
Güçleri yolculukta tükenip kayboluyor ne yaşananları anlatacak güç ne de tüm olanlara karşılık söz var oluyordu. Âdeta buz kesmişti bedenleri; karşılayamadıkları insani ihtiyaçları, soğuk hava, yorgunluk, üzüntü, açlık, susuzluk, günlerce süren ve ne kadar süreceği de bilinmeyen zulüm dolu yolculuk bitkin bırakmıştı tüm o insanları. Yakınlarını kaybetmenin verdiği üzüntü, çaresizlik tüketmişti koca bir halkı.
Bir süre sonra katar durdu. Askerler emredip vagonları boşalttırıyor, Fergana yakınlarında bir yere indiriliyorlardı. Köydeki eski yıkık evlere yerleştirip halka beklemelerini emrettiler. Katardan indirilenler, Fergana Ovası’nda tarım işleri yapmaya zorlandılar.

Yıllarca uğraştılar, didindiler, pamuk yetiştirdiler. Burası Kırım’a benzemiyordu; gündüz çok sıcak, geceleri çok soğuk oluyordu. Sürekli tarlalara götürülüp çalıştırılıyorlardı. Her gün öğünlerde
250 gr kadar ekmek verilir, bazen de o öğünde çorba olurdu. Tüm bu olanlara Osman Ağa dayanamadı. Bir gün tarlada, hiç bilmediği bu diyarda ruhunu teslim etti. Bedeni, kefen dahi bulamadıklarından öylece dualarla toprağa verildi.
Fergana’da Feride, kolhozda çalışıyor, ses etmiyor ama yüreği vatan aşkıyla yanıyordu âdeta. Yaşadıklarını, kaybettiği babasını, anasını, kardeşini, anneannesini, Osman Dede’sini, Mustafa’sını, Alkeçi, Balkeçi, Cankeçi, Altay’ı düşünüyor; hiçbir zaman Kırım düşünceleri silinmiyordu zihninden.
Yıllar geçmişti… Yaşlanmıştı Feride. Vatanına dönme sevdası, yüreğinde hep taptazeydi. Al yanağı sonbahar gazelleri gibi solmuş zayıflamış, gözleri ağlamaktan küçülmüş, boyu kısalmış, dişleri bile dökülmüş, yaşlanmıştı.
Kolhozda çalışırken bir gün birileri şöyle konuşuyordu: “Kırım sürgünü bir soykırım olarak kabul edilsin.”, “Glasnost ve Perestroyka politikalarının sonuçlarından biri olarak 15 Kasım 1989’da SSCB Yüksek Sovyet’i, Kırım Tatarları ile diğer halkların sürgününü kınadı, ‘yasa dışı ve cinai’ olarak kabul etti. 1990 yılından itibaren Kırım Tatarlarının Kırım Yarımadası’na dönüşleri kısmen de olsa başladı.”2
Feride, hemen bunları konuşanların yanına varıp o kişilerle tanıştı ve yardımlarını istedi. Kırımlı Aybars ve Aybek, Feride’ye yardım etmeye söz verdiler. Para biriktirip başvurularını yaptılar, hazırlıklara başladılar. Bunları konuşabildiğine inanamayan Feride, 60 yaşına gelmiş olsa da birden 14 yaşındaki Feride olmuştu sanki. İçini bir heyecan kaplamış, yüreği kıpır kıpır olmuş, yaptığı iş birden hafiflemiş, içini, gitme heyecanı kaplamıştı.
Bir cuma gecesi Feride, güzel bir rüya gördü. Rüyasında kaftanını giymiş, kırk belikli uzun ve ak saçlarının üstüne pembe dantelli kalpağını takmış, çiçekli elma ağacının altında Mustafa’sıyla Bostorgay Türküsü’nü birlikte söylüyor; anneannesi, dedesi, babası, annesi, kardeşi İsmail el ele tutmuş dans ediyorlar, bir düğün havası esiyordu… Feride, uykusundan uyandı; namazını kılıp dualar etti ve geçmişlerine Fatihalar bağışladı. “Hayır ola inşallah…” diye iç geçirdi!
Sabah tarlaya gittiğinde Kolhoz Çavuşu’ndan güzel haberi aldı ve çok sevindi. Feride’ye ve arkadaşlarına izin çıkmıştı. Güzel Kırım’a gitmek, Bahçesaray’a varmak, Değirmenköy’de yaşamak umudu sarmıştı. Gerekli izinleri kabul olmuş, yola çıkabilecekti artık. Feride ve arkadaşları Kırım’a, güzel ülkesine dönmüşlerdi. Feride, Değirmenköy’e gelmişti gelmesine ama işleri umduğu gibi gitmemişti, Rus yanlısı mahallî yönetim tarafından türlü zorluklar ve engellerle karşılaşıyordu. Dili varmıyordu ki söyleyebilsin… Yutkunuyor, susuyordu… Sonra içinden şöyle geçiriyordu: “Köklerim; babam kokan vatan toprağımızda ben buraya aitim.”… Feride, tüm zorluklara, zulme ve baskılara rağmen hayatının sonuna kadar Değirmenköy’de yaşamaya, mücadele etmeye devam etti.
Bu sürgün neticesinde toplamda 193.865 Kırım Tatarı sürgün edildi. 151.136 kişi Özbekistan SSC’ye, 8.597 Mari ÖSSC’ye, 4.286 Kazakistan SSC’ye, geriye kalan 29,846 kişi ise Rusya SFSC’nin çeşitli oblastlarına sürgün edildi.3
İnsanlığın; 78 yıl, 193.865 defa “Sürgündeki Kırım Türkleri”ne hayat borcu var…

Kaynakça

  1. Kemal Özcan, Kırım Türklerinin Sürgünü ve Vatana Dönüş İçin Milli Mücadele Hareketi. (1944-1990)/İstanbul.2001, http://nek.istanbul.edu.tr:4444/ekos/TEZ/35581.pdf. [Çevrimiçi] [Alıntı Tarihi: 30 05 2022.]
  2. Kırım Tatar Sürgünü, Vikipedi Özgür Ansiklopedi/ https://tr.wikipedia.org/wiki/K%C4%B1r%C4%B1m_Tatar_S%C3%BCrg%C3%BCn%C3%BC#:~:text=1941%2C%201942%20ve%20%C3%B6zellikle%201944,t%C3%BCm%20K%C4%B1r%C4%B1ml%C4%B1%20yerle%C5%9Fim%20yerlerinde%20ba%C5%9Flad%C4%B1. [Çevrimiçi] [Alıntı Tarihi: 30 05 2022.]
    Dipnotlar:
    1.Kemal Özcan, Kırım Türklerinin Sürgünü ve Vatana Dönüş İçin Milli Mücadele Hareketi. (1944-1990)/İstanbul.2001, http://nek.istanbul.edu.tr:4444/ekos/TEZ/35581.pdf. [Çevrimiçi] [Alıntı Tarihi: 30 05 2022.]
  3. Kırım Tatar Sürgünü, Vikipedi Özgür Ansiklopedi/ https://tr.wikipedia.org/wiki/K%C4%B1r%C4%B1m_Tatar_S%C3%BCrg%C3%BCn%C3%BC#:~:text=1941%2C%201942%20ve%20%C3%B6zellikle%201944,t%C3%BCm%20K%C4%B1r%C4%B1ml%C4%B1%20yerle%C5%9Fim%20yerlerinde%20ba%C5%9Flad%C4%B1. [Çevrimiçi] [Alıntı Tarihi: 30 05 2022.]
  4. Kırım Tatar Sürgünü, Vikipedi Özgür Ansiklopedi/ https://tr.wikipedia.org/wiki/K%C4%B1r%C4%B1m_Tatar_S%C3%BCrg%C3%BCn%C3%BC#:~:text=1941%2C%201942%20ve%20%C3%B6zellikle%201944,t%C3%BCm%20K%C4%B1r%C4%B1ml%C4%B1%20yerle%C5%9Fim%20yerlerinde%20ba%C5%9Flad%C4%B1. [Çevrimiçi] [Alıntı Tarihi: 30 05 2022.]