Şimdi yükleniyor

Hüseyin Nihal Atsız’ın Birinci Türk<br>Tarih Kongresi ve Türk Tarihi<br>Araştırmaları Üzerine Eleştirel Bakışı

84 lokman aydin

Hüseyin Nihal Atsız’ın Birinci Türk
Tarih Kongresi ve Türk Tarihi
Araştırmaları Üzerine Eleştirel Bakışı

İlk ve ortaöğrenimini tamamladıktan sonra 1922 yılında girdiği Askerî Tıbbiye Mektebi’nden ihraç edilen Atsız, eğitimine devam ettiği İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde, hocası M. Fuad Köprülü’nün etkisi ile Türkoloji çalışmalarına yönelmiştir. Henüz öğrenciyken 1928 yılında arkadaşı Ahmed Naci ile birlikte Türkiyat Mecmuası’nda, Anadolu’da Türklere Ait Yer İsimleri1 konulu bir makale yayınlamışlardır. Türk Edebiyatı tarihçiliğinin ilmî kurucusu, Türkoloji’de yeni ufuklar açmış olan Köprülü2, ilmî çalışmaları ve çalışkanlığı ile dikkatini çeken Atsız’ı, 1931 yılında Dekan olarak görev yaptığı İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne asistan olarak almıştır.3 Fakat 1932 yılında Ankara’da toplanan Birinci Türk Tarih Kongresi sırasında, ortaya konulan Türk Tarih Tezi’ni eleştiren hocası Zeki Velidî Togan’ın, Türk Tarih Cemiyeti Genel Sekreteri Reşit Galip tarafından küçümsenmesi üzerine, Reşit Galip’e telgraf göndererek protesto etmiştir. Bu tutumu, daha sonra Maarif Vekâleti görevine getirilen Reşit Galip tarafından unutulmamış ve Atsız, asistanlık görevinden uzaklaştırılmıştır.

Birinci Türk Tarih Kongresi’nde ortaya konulan Türk Tarih Tezi, Türk tarihinin Osmanlı döneminden ibaret olmadığını, Türklerin Orta Asya’dan başlayarak köklü bir geçmişe sahip olduğunu ve Avrupalılar tarafından sarı ırka mensup olarak gösterilerek dünya medeniyetine katkıları olmadığı görüşlerinin çürütülmesi açısından önemlidir. Türk tarihinin Osmanlıdan ibaret kabul edilmesi, Atsız’ın eleştirdiği hususların başında gelmektedir. Bu durumu, Türk Tarihinde Meseleler adlı kitabında yer alan Türk Tarihine Bakışımız Nasıl Olmalıdır? makalesinde şu sözlerle dile getirmektedir.

“XV. yüzyılda, bizde, belirli bir tarih görüşü vardı: Türk tarihinin en eski çağları olarak Oğuz Han destanından bahsolunur, sonra pek kısa bir Selçuklu tarihi anlatılarak Osmanlılara geçilirdi. Böylece eski tarihçiler, Osmanlıları daha mühim ve üstün tutmakla beraber, Türk tarihini bir bütün hâlinde gözden geçirirlerdi. Fakat bu tarih görüşü köklenmeden baltalandı. Hele, Hoca Sadeddin gibi bir müverrihin, eserine doğrudan doğruya Osmanlılarla başlamasından sonra, bizim için Türk tarihi sadece Osmanlı tarihi olarak kaldı. Ve daha önceki Türklerden, az veya çok, yabancı milletler gibi bahsedilmeye başlandı.”4
Atatürk’ün talimatıyla, çoğu aynı zamanda milletvekili olan dönemin bilim insanları tarafından ortaya konulan Türk Tarih Tezi, bir taraftan Türk ırkını ön plana çıkardığı için eleştirilirken diğer taraftan Türkçü kimliği ile tanınan ve Türk tarihinin Osmanlıdan ibaret kalmasından rahatsız olan Atsız’ın da eleştirilerine maruz kalmıştır. Atsız’ın bu noktadaki eleştirisi, Anadolu’da var olan geçmiş uygarlıkların Türklükle ilişkilendirilerek, Türklüğün büsbütün değersizleştirilmesi noktasında olmuştur. Bu görüşlerini şu cümlelerle ifade etmiştir:
“Tarihimize yeni bir veçhe vermek dileğiyle yapılan tarih kurultayı ve tarihimizi yeni baştan tedvin etmek için kurulan Tarih Kurumu müspet bir iş göremedi. Bunlar, Türk tarihini bir sıraya koyup Avrupa milletlerinin tarihleri gibi yazacak yerde Sümer, Elam, Akad, Hatti vesaire gibi en eski ve medeni milletlerin Türk olduğunu iddia eden boş yere övünme yoluna saptılar ve zaten dağınık gözüken Türk tarihini büsbütün dağıttılar. Böylelikle bugün okullarda okutulan Türk tarihi, nerede ve hangi zamanda başlayıp nasıl inkişaf ettiği belli olmayan bir vukuat yığınından ibarettir. Dağınıklıktan başka, verilen malumatın da baştan başa yanlış olduğu düşünülürse, Türk tarihinin ne acıklı bir hâlde olduğu kolaylıkla anlaşılır. Bunun doğurduğu neticeler şu oluyor; Türk çocukları, bu karmakarışık tarihi öğrenemiyorlar. Bundan başka bu tarihte hemen her millet ‘Türk’ olarak gösterildiğinden çocukların kitaba güveni kalmıyor ve herkes Türk olduktan sonra ‘Türklük’ bir imtiyaz olmaktan çıktığı için milliyet duygusu zayıflıyor.”5

Atsız’ın ifade ettiği gibi bilimsel temellerden uzak, acele hazırlanmış birtakım iddialar, uzun vadede insanların tarih bilimine güvenini sarsacağı için tehlikelidir. Ortaya atıldığı dönemde yoğun tartışmalara yol açan tez, II. Dünya Savaşı sonrasında büyük oranda gündemden düşmüştür.

Atsız, Türk tarihini, Batılı tarih anlayışı üzerinden ele almanın yanlışlığına da dikkat çekmiştir. Fransızların, farklı etnik kökene mensup toplulukların, aynı vatanda birbirleri ile karışmasından doğan bir millet olarak, vatan anlayışına dayalı bir tarihi esas aldıklarını ifade eden Atsız; Arapların, sınırları farklı ülkelerde millet anlayışını sürdürerek yaşadıklarına dikkat çekmiştir. Atsız’a göre İngilizlerin kültürleri farklı coğrafyalarda başka isimlerle devam ederken; İngilizler, varlıklarını asıl vatanlarında sürdürmüşlerdir. Türkler için ise millet-devlet anlayışına dayalı bir tarih daha uygundur. Türk tarihî, sülaleler tarihi olmuştur ve bu yanlıştır. Çünkü başlangıçtan itibaren tek bir Türk Devleti vardır. Değişen sadece hanedanlardır. Çok devlet kurmak demek aynı zamanda bir o kadar devletin yıkılması demektir.6

Atsız’a göre Türkiye tarihi 1071 Malazgirt Savaşı ile değil, Gaznelilerin hâkimiyeti altında faaliyetlerini yürüten Selçukluların 23 Mayıs 1040’ta kazandıkları Dandanakan Zaferi’nden sonra Tuğrul Bey’in tahta geçişiyle başlatılmalıdır.7 Türk tarihinin devletlere bölünerek ele alınmasının, Türk milletinin geçmişten geleceğe devamlılığı inancına zarar vereceğine dikkat çeken Atsız, Cumhurbaşkanlığı armasında bulunan 16 yıldızın, 16 büyük Türk Devleti’ni sembolize ettiği görüşüne karşı çıkarak, Türk tarihinin devamlılığı ile ilgili görüşlerini şu cümlelerle izah etmiştir:

“Türkiye Cumhuriyeti gökten zembille inmemiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun devamıdır. Osmanlı İmparatorluğu, İlhanlı Devleti’nin uç beyliğinden doğmuştur; demek ki onun devamıdır, İlhanlı Devleti Anadolu’daki Selçuklu Devleti’nin devamıdır. Anadolu’daki Selçuklu Devleti ile Batı Türkistan ve İran’daki Harzemşahlar Devleti, Büyük Selçuklu Devleti’nin devamıdır. Büyük Selçuklu Devleti, Karahanlıların; Karahanlılar Uygurların, Uygurlar Gök Türklerin, Gök Türkler Aparların, Aparlar Siyenpilerin, Siyenpiler Kunların devamıdır. Bu devamlar kesintisiz, aralıksız bir tarihin kadrosudur. Yani biz, biri yıkılıp biri kurulan ayrı ayrı devletlerin değil, bir bütün hâlinde sürüp gelen bir devletin milletiyiz. Bazen aynı zamanda birkaç hanedanın birden bulunup Türkeli’nin ayrı bölgelerinde hâkimiyet kurması ve hatta bunların birbiriyle çarpışması bu kaidenin bozulduğunu göstermez. Bu durum Türk siyasi hâkimiyet nazariyesinin, merkeziyetçi olmayan devlet telâkkisinin icabından başka bir şey değildir. Çünkü hiç olmazsa nazari hâlde bile, bu hanedanlardan bir tanesi ötekiler üzerinde hâkimiyete maliktir.”8

Türk tarihinin ilk dönemleri, özellikle Göktürkler üzerine çalışmaları ile dikkat çeken Atsız, Türk tarihinin çağları ve Türk adlarının imlası meseleleri üzerinde de durmuştur. Avrupa merkezli anlayışa uygun olarak; tarihi ilk, orta, yeni ve yakın çağ gibi dönemlere ayırmanın yanlış olduğuna dikkat çekmiştir. Bu konudaki fikirleri, aynı zamanda Atsız’ı kendisine manevi evlat kabul eden Dr. Rıza Nur Bey ile örtüşmektedir. Bu tezinin temeli de Türk tarihinde birbirinden bağımsız devletlerin değil, farklı hanedanların hüküm sürdüğü bir sürekliliğin var olduğu görüşüne dayanmaktadır. Türk tarihi ile ilgili özel isimlerin belli bir imlaya sahip olmamasını millî bir ayıp olarak nitelendiren Atsız, şu tespiti yapmıştır:
“XIII. yüzyıl kahramanının adı Çengiz mi, Çingiz mi, Cengiz mi, sonra Temir mi, Temür mü, Timur mu? Tıpkı bunlar gibi prens unvanı olan kelime tigin mi tegin mi? Karahanlı kahramanının adı Buğra mı, Boğra mı yazılmak gerek? Bu fikrî kararsızlıklar birçok yanlışlara yol açıyor. Bir yanlışın nasıl kökleştiğine en güzel örnek, Gök Türklerin ilk kağanı Bumun veya Bumin’in adında görülmektedir. Eski harflerle yazıldığı zaman «ı» ve «i» farkı belli olmadığı için yeni harflerden sonra bu kağanın adı Bumin şeklinde yazılmış ve tarih kitaplarına, piyeslere, soyadlarına kadar bu yanlış şekliyle girip yerleşmiştir.”

Atsız, kimlerin millî kahraman kabul edilmesi gerektiği konusunda da bir yazı kaleme almıştır. I. Göktürk Hanedanı’nın sona erdiği ve Türk hanedan üyelerinin Çin sarayında esir tutulduğu dönemde, hanedan üyelerini esaretten kurtarmak için sarayı basma cesaretini gösteren Kürşad’ı, şu cümlelerle anlatmıştır:
“Millî ıstırapların şahlandığı ve şahsi ıstıraba karıştığı son yıllarda, ölmezler tümeninin zafer ve şeref şehrâhında hayalen çok dolaştım. Yarı masallaşmış çehresiyle Alp Er Tunga’dan, kahraman kadın Tomris’ten başlayarak Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa’ya, Edirne kahramanı Şükrü Paşa’ya ve Kurtuluş Savaşı’nın meçhul, fakat meşhur şehidine kadar bütün ölmezlerin önünden ihtiramla geçtim. Eskiden olduğu gibi yine Kür Şad’ı hepsinden büyük buldum. Çünkü o, birçok büyüklerde görülen bazı küçüklüklerden uzak, birçok büyüklerde rastlanan menfaat duygusundan sıyrılmış, bazı büyüklerde bulunan yanlış hareketlerden beride kalmış kaya gibi aşılmaz bir devdi.”

Millî kahramanları unutmak kadar, millî kahraman uydurmanın yanlışlığına da dikkat çeken Atsız, Kürşad dışında devletimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ü ve Millî Mücadele’de Atatürk’ün yakın silah arkadaşı, Erzurum Kongresi öncesinde ordu müfettişliği görevinden alınan ve askerlik mesleğinden istifa eden, Mustafa Kemal’in yerine geçmesi teklifini elinin tersi ile iterek “Kolordum ve ben emrinizdeyim Paşam.”, diyen Kazım Karabekir Paşa’yı millî kahraman olarak gördüğünü şu cümlelerle ifade etmiştir:
“Yeni tarihimize gelince, bunun yalnız Kurtuluş Savaşı devresini alarak hangi millî kahramanları yetiştirdiğini düşünürsek, vereceğimiz hüküm hiç tereddütsüz şu olacaktır. Kurtuluş Savaşı’nın iki millî kahramanı, en karanlık günlerde bile bu işin başarılacağına inanan Kazım Karabekir ve Mustafa Kemal Paşalardır. Biri, iyi silahlı Ermeni ordusunu onun yarısı kadar bir kuvvetle bozguna uğratarak; öteki, bir destan savaşı olan Sakarya’yı ve imha savaşının en güzel örneği Dumlupınar’ı kazanarak bu payeyi almışlardır.”

Atsız, tarihini bir bütün olarak gördüğü Türk milletinin, yabancıların esareti altında bulunan topluluklarını birleştirmek ve siyasi bir birlik kurmak yolunda yürüttüğü mücadelesinde çeşitli suçlamalarla karşı karşıya kalsa da, düşüncelerinden asla taviz vermemiştir. Makam ve mevki için susmayı, sessiz kalmayı tercih etmemiştir. Milleti için savunduğu Turan Ülküsü fikrinin maceracı ve Türkiye Cumhuriyeti’ni tehlikeye sokacak bir düşünce olmadığını “Biz boş hayaller ardında değiliz. Mazide hakikat olan şeylerin yeniden hakikat olmasını özlüyoruz. Hastalıklardan korunmuş, nüfusu çoğalmış, ahlakı yükselmiş, sanayii ilerlemiş bir Türkiye istiyoruz. Sınır dışındaki ırkdaşlarımızı kurtarmak yollarını arıyoruz. Onları kurtarırken, Türkiye’yi batırmak gayretlisi değiliz.”9 sözleriyle ifade etmiştir.

Dipnotlar:

  1. H. Nihal, Ahmed Naci; Anadolu’da Türklere Ait Yer İsimleri; C.2. 1928 (243-260)
  2. Ömer Faruk Akün; Mehmed Fuad Köprülü, TDVİA; Ankara, C. 28. (471-486)
  3. Ömer Faruk Akün; Atsız, Hüseyin Nihal; TDVİA; C. 4. İstanbul 199, (87-91)
  4. H. Nihal Atsız; Türk Tarihinde Meseleler, Türk Tarihine Bakışımız Nasıl Olmalıdır.
  5. Yunus Emre Özkul, Akademik Literatürde Türk Tarih Tezi Sorunsalı, İzmir Sosyal Bilimler Dergisi, C.1, S. 1, Haziran 2019 (38-50)
  6. H. Nihal Atsız; Türk Tarihinde Meseleler, Türk Tarihine Bakışımız Nasıl Olmalıdır? https://www.otuken.com.tr/u/otuken/docs/Turk_Tarihinde_Meseleler.pdf (5/12/2021)
  7. Ömer Faruk Akün; Atsız, Hüseyin Nihal; TDVİA; C. 4. İstanbul 199, (87-91)/
  8. https://huseyinnihalatsiz.com. (05/12/2021)
  9. Ömer Faruk Akün; Atsız, Hüseyin Nihal; TDVİA; C. 4. İstanbul 199, (87-91)