Şimdi yükleniyor

Asil ve Necip Bir Milletin Kıyameti ve Kıyamı

110sayiK 6

Asil ve Necip Bir Milletin Kıyameti ve Kıyamı

Sanki kıyamet kopmuş da insanlar Mahşer Meydanı’nda toplanmıştı.

Gece kapkaranlık yüzünü gösterdi 04.17’de. Bir pazar yeri hükmünde olan bu yalan dünyada Pazarcık’tan koptu küçük kıyamet. Acının merkez üssü kahramanlar diyarı Maraş’tı. Yerin yüzlerce metre altındaki fay hatlarıyla beraber gönlümüzün fay hatları da kırıldı fecre yakın saatlerde. Yer yerinden oynadığı o gece ve akabinde sadece Maraş değil, Türkiye sarsıldı baştan başa. Yetmedi, öğle vakti ikinci vurgunu Elbistan merkezli yedi Maraş’ım! Sadece Maraş değil; Hatay, Adıyaman, Gaziantep, Kilis, Osmaniye, Şanlıurfa, Diyarbakır, Malatya, Elâzığ ve Adana şehirleri de payını aldı bu tarifsiz hüzünden ve acıdan.

Deprem, saat 04.17’de insanları yataklarında yakalamıştı. İlk görüntüler ürkütücüydü. Sanki kıyamet kopmuş da insanlar mahşer meydanında toplanmıştı. Bu hengâmede herkes kendi derdine düşmüştü. Yeni doğan çocuklar, hayallerini üzerlerine yorgan yapan talebeler, gelinlik kızlar, ateş parçası delikanlılar, ömrünün baharını yaşamakta olan yeni evliler, torun torba sevmeyi, çocuklarının mürüvvetini görmeyi düşleyen yaşlılar… Daha kimler, kimler…

Geceler vardır, katran karası geceler… Onların karanlığı ta içimize kadar işler. Sesler vardır, kulaklarımızdan bir ömür gitmezler. Bakışlar vardır ki masumluğu ve mahzunluğuyla içimize işlerler. Enkazların altından ve dışından gelen sesler bu türdendir. Enkazdan ölüsü çıkanların yakınlarının yüzlerindeki umutsuzluk ve huzursuzluk ile sağ çıkanların yüzlerindeki bahar esintileri bu kabildendir. Onlar, hakikat kırıntılarının gönül aynasından yansımalarıdır. Onlar, hayatın aslında bir gölge oyunu olduğunu tescil eden ilahi akislerdir.

O meşum gecede ve devamındaki gün ortası karanlığında kıyametin provası yaşandı âdeta. Sanki dağlar dağların üstüne devrildi peyderpey. Dünya kıyamete evrildi. Bütün sesler sessizlik hançeriyle bölündü orta yerinden. Göğüs kafeslerine sığmayan tarifsiz acılar, anları anlamsız kıldı. Kara toprak çok ağır konuştu o gece ve ahirinde. Yerin gazabı kuşattı dört bir yanımızı. Gözbebeğimiz olan 11 şehir yağmur misali gözyaşı döktü günlerce.

Kahramanmaraş’tan Hatay’a acının yürekteki iz düşümü…

Fecir vakti gün ağarırken, kurtuluş mücadelesini başlatarak düşmana diz çöktürmüş olan Sütçü İmamların, Yedi Güzel Adam’ın duygularını besleyip büyüten Kahramanmaraş yoktu. Trabzon Caddesi yerle yeksan olmuştu. Dulkadiroğulları’ndan bugüne kalan bir hiçti.

Türkiye’min güney ucunda nice kültüre, inanca ve medeniyete beşiklik etmiş güzide bir şehir olan Hatay’ın yerinde yeller esiyordu. Anadolu’nun ilk camii olarak kabul edilen ve bir pagan tapınağının üzerine inşa edilen bu topraklardaki kadim İslam mührü sayılan Habib-i Neccar Camii moloz yığınına dönmüştü. Uzun Çarşı sanki korkunç bir savaştan çıkmıştı. “Şu karşıki dağda kar var, duman yok”tu. Asi Nehri’nin nazlı çocuğu hüngür hüngür ağlıyordu.

Adıyaman’ın hâli yamandı bu sabah. İncinmişti, kırılmıştı, gücü takati kalmamıştı. Uzaklardan esen soğuk bir rüzgâr “Burası Adıyaman” türküsünün “Doksan dokuz yarem var sen açtırdın yüz yara” dizelerini, acıyan kalbimize taşıyarak yaralarımıza neşter vuruyordu. Eşi bulunmaz Malatya, kekremsi bir acıyla uyanmıştı buz gibi bir sabaha. O demlerde gece, kurşundan ağır yükünü üzerinden atarken Beydağı’nın eteklerinde bir Malatya (uzun hava) türküsünün şu sözleri yankılanıyordu: “Aldı bu yüreğimi derd ile sızı / Dilerim Allah’tan kurtarsın bizi…” Battalgazi’den Yeşilyurt’a gide gide usandığımız yollar acıya evriliyordu sabahın tenhasında. Dün bugünden, bugün yarından bir tespih imamesi gibi kopuyordu.

O sabah Gaziantep de acının kervanına katılmıştı. Nurdağı ve Nizip’te can pazarı yaşanmıştı. Şanlıurfa sıra gecelerinden taşan hüzün, kalbimizi paramparça etmeye yetiyordu. Kazancı Bedih, o acıklı sesiyle “Ocağım söndü, nasıl belâdır? / Bırakıp gitti bu ne devrandır?” derken sanki bugünün acılarına tercüman oluyordu. “Diyarbakır etrafında bağlar var” türküsü yaralarımızı kaşıyordu o sabah. “Öldüm, bittim, eridim, kül oldum aman!” mısraları gönül aynamızdakileri yansıtmaya yetiyordu. Deprem, Kilis ve Osmaniye’yi de unutmamıştı. Zelzele fazla örselemese de Elâzığ’a da unuttuğunu hatırlatmıştı. Aklını başına devşirmesini öğütlemişti. Yurdu yasa boğan çifte zelzelelerde Torosların vakur ve asil evladı Adana’nın da kirpikleri ıslanmıştı. Hayalleri ve umutları iğdiş edilmişti. Torosların koynunda uyuyan perinin uykuları kaçmıştı. Hüzün, Çukurova’nın verimli ovalarını çepeçevre kuşatmıştı.

O gece umutlarımız, hayallerimiz, sevinçlerimiz; her ne varsa yerle yeksan oldu.

O gece umutlarımız, hayallerimiz, sevinçlerimiz; her ne varsa yerle yeksan oldu ne yazık ki. Derin uykularda yüzen insanların yuvaları korkunç bir gürültüyle başlarına yıkıldı. Nice güzel insan molozlara karıştı o gece. Tonlarca ağırlıktaki beton tavanlar yorgan, kolonlar yastık oldu sonsuzluk uykusuna yatan fânilere. Ölümlü her ne varsa gölgesini sırtlayıp ölümsüze teslim etti can emanetini. Yağmurlara, bulutlara, rüzgârlara karıştı her ne varsa.

O geceye kadar kendisini her şeyin sahibi olarak görenler, hakikatte hiçbir şeyin sahibi olmadıklarını bir kere daha anladılar. Ölümün bize şahdamarımızdan daha yakın olduğunu bir kere daha idrak ettik o gece. Yunus Emre’mizin deyimiyle “Mal da yalan mülk de yalan / Var biraz da sen oyalan” gerçeğini sadece gönül gözüyle değil dünya gözüyle de görmüş olduk.

Göklerin gazaba, kulların azaba düçar olduğu o çetin demlerde hiçbir yerin hiç kimsesi olduğumuzu ayne’l-yakîn idrâk ettik. Zira zenginle fakir hiç olmadığı kadar eşitlendi o gece.

Bazen akordu bozulmuş sesler, bazen de sessizlikler boğar insanı; nefes almakta güçlük çekersiniz. Aradığınız telefondan ses gelmemesi veya aramanızın cevapsız kalması böyledir. 6 Şubat’ta nice telefon aramaları cevapsız kaldı. Dudaklar kilitlendi kıyamete kadar.

O gece acının merkezinden uzaklaşmak için yola çıkanlar, yol alamadılar. Oldukları yerde öylece kalakaldılar. Zira yollar da kalpler gibi kırıktı, şerha şerha yarılmışlardı.

Tanrı Dağları’ndan Adriyatik Denizi’ne Türk-İslam anlayışını hâkim kılma vazifesi…

Asrın felaketi ismiyle maruf zelzelede on binlerce insanımız ölse de binlerce ev yıkılsa da bizim inancımızda ve irfanımızda yiğit düştüğü yerden kalkardı. Biz de bu duruma nasıl düştüysek Hak’tan ve halktan yardım dileyerek öyle de milletçe kalkacaktık. Derdest olan mekânlarımızı, Richter Ölçeği’ni zorlayan acılarla sarsılan yüreklerimizi ve bizi ayakta tutan hayallerimizi ilk günkü aşkla yeniden onaracaktık. Yaşama azmimizi diri ve iri tutacaktık. Çünkü bizler büyük ve kadim bir millettik. Bizler, İslam ümmetinin gözbebeğiydik. Mevlânâ’nın deyimiyle “Sanmasınlar yıkıldık, sanmasınlar çöktük / Bir başka bahar için sadece yaprak döktük.” Biz pes edemezdik. Aksi hâlde yarınların sahiplerine hesap veremezdik. Bizim, “emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l-münker” anlayışıyla Türk-İslam güneşinin Tanrı Dağları’ndan doğup Adriyatik Denizi’nden batmasını sağlamak gibi bir idealimiz vardı. Onun içindir ki felaketten sağ kurtulanlar küçük sıyrık ve yaralarına bakmadan, kış ve soğuk demeden enkaz altındaki kardeşlerinin yardımına koşmuşlardı. Zira empati yapmanın ne kadar ehemmiyetli ve insani bir duygu olduğunu o kısa enkaz tecrübelerinden anlamışlardı. Yaşatmanın, en az yaşamak kadar keyifli ve asil bir duygu olduğunu bizzat görmüşlerdi.

Deprem sonrasında insanların giyimine kuşamına, rengine, cinsiyetine, düşüncesine, köklerine ve kökenlerine bakmadan Türkiye olarak hep bir ve beraber olduk. Pergelin sivri ucunu insan merkezine koyarak 360 derece döndürdük. Şefkat ve merhamet bağıyla bağlandık birbirimize. On bir ilin acısı 81’e bölündü. Coğrafyamız zemheride buz tutsa da kalplerimiz birbirine alabildiğine ısındı. Sevgi ve merhamet çırasıyla ışıdı ve ısındı gecelerimiz. Böylece elimizden geldiğince acıları ve yanan kalpleri söndürdük. Umutların yeşermesi için bir olduk.

Yürek yakan görüntülerle insanın içini ısıtan görüntüler yan yanaydı o dehşetli demlerde. Olan biteni korkulu ve meraklı gözlerle anlamaya çalışan çocuklar, kumbaralarında biriktirdiklerini paylaştılar acının vurduğu kardeşleriyle. Hayvancılık yapanlar ineğini, koyununu satıp parasını gönderdi ihtiyaç sahiplerine. Maharetli ev hanımları ördükleri kazak, atkı ve bereleri ulaştırdılar derme çatma çadırlarda soğuktan tir tir titreyen ailelere. İkinci evi olanlar hiçbir maddi karşılık beklemeden evlerini tahsis ettiler evsiz kalanlara. Tek evi olanlar da bir göz odalarını onlara ayırdılar. Aynı sofrada Allah ne verdiyse ondan kardeşçe yediler. Tandırı, kuzinesi olanlar ekmek pişirip gönderdi ekmeksiz kalan kardeşlerine. Bu bir merhamet seferberliğiydi. Bu, bizi biz yapan değerlerin dirilişi, ruhların insicamıydı.

Depremle birlikte unuttuğumuz fedakârlık, vefakârlık, cefakârlık ve diğerkâmlık gibi nice hasletleri görme ve yaşama imkânı bulduk. Yurdun dört bir yanından deprem haberini duyanlar çoluğunu çocuğunu arkada bırakıp depremzede kardeşlerine yardım için amasız, fakatsız, beklentisiz, çıkar gözetmeksizin ve takdir beklemeksizin yollara düştü. Büyüğüyle küçüğüyle, kadınıyla erkeğiyle 85 milyonluk Türkiye hayırda yarışa girdi. Pek de umutlu olmadığımız gençlerimiz, oluşturulan yardım merkezlerinde omuz omuza verdi. Öyle ki bu merkezler arı kovanına döndü. Askerlerimizin enkaz altından çıkanlara botlarını ve parkalarını vermeleri hâlâ gözlerimizin önündedir. Yurdun dört bir yanındaki çocukların oyuncaklarını ve elbiselerini deprem bölgesindeki çocuklarla paylaşmaları nasıl unutulur? Merhamet ve paylaşma duygularının somut nişanesi olan bu iyilik hareketi hepimize iyi geldi.

Çöllerde açan umut çiçeğiydi birlik, beraberlik ve dayanışma…

Kanaatimiz odur ki hayat paylaşmakla anlamını bulurdu. Hem paylaşmak, sadece maddi varlıklarla sınırlı değildi. O kara geceden ve gün ortası karanlığından sonra güzel ve aydınlık bir dünya için güç birliğine, birlik ve beraberliğe bugün dünden daha çok ihtiyacımız olduğunu düşünerek milletçe elimizde avucumuzda her ne varsa onu depremde mağdur olan kardeşlerimizle paylaştık. Onların acılarını kendi acılarımız bilip azaltmaya gayret ettik.

O gece içimizdeki fay kırıkları büyüdükçe büyüdü. Bu ahvalde kendi acısını unutanlar büyük bir diğerkâmlık örneği göstererek başkalarının acılarını dindirmeye koştu.

Birlik olmasa yürek tarlalarımız çoraklaşırdı, kevser hükmündeki pınarlarımız akmaz olurdu. Birlik bizi daima iri ve diri tutardı. Çöllerde açan umut çiçeğiydi birlik. Sis bulutlarının ufku kuşattığı demlerde şefkatli bir anne gibi okşardı dağınık saçlarımızı. O ki gül kokusunu taşırdı iklimimize. Ruh darlığını genişletir, tutsak duygulara kapı aralar, yenik yanlarımıza zafer muştulardı. Onun la ceylanlar bile aslan kesilirdi dağların uçsuz bucaksız ıssızlığında. Bunları tarihî tecrübelerimizle öğrenmiş, bir çeşit sağlamasını yapmıştık.

Bu kara günler, yakınlarını kaybedenlere taziye günüydü. Bu hüzünlü günler acıların yaktığı yürekleri teselli etme günüydü. Bu gamlı günler acıları paylaşma günüydü. Bu kederli günler mezhep ve meşrep ayrımı gözetmeden yardımlaşma ve dayanışma günüydü. Bu kas(a)vetli günler muhacir hükmündeki depremzedelere ensar olma günüydü. Bu asil ve necip millet de (b)öyle yaptı. Milletimiz, güçlerini birleştirerek sımsıkı kenetlendi. Depremin yerle bir ettiği, solmaya yüz tutmuş umutları milletçe tekrar yeşerttik. Şerha şerha yarılan yaraları omuz omuza, sırt sırta vererek iyileştirdik. Birlik, beraberlik ve kardeşlik şuuruyla hareket ederek nice sıkıntıları ortadan kaldırdık. Depremin beraberinde getirdiği kayıplar neticesinde umudunu ve direncini kaybetmiş insanlara umut ve direnç aşıladık. Dar günlerimizde hep yanımızda olan devletimizle el birliği yaparak bir nehir misali akan kanlı gözyaşlarını olabildiğince dindirdik. Soğuk kış gecelerinde yuvaları başlarına yıkılanlara yuva olduk.

O gece ve akabindeki günlerde evsiz kalanlar yurdun dört bir yanına dağılarak muhacir oldular. Yurdumun gönlü zengin insanları onları bir “Ensar” anlayışıyla bağırlarına bastılar. Gelenlerin çocuklarını evladı, anne babalarını ise kardeşleri yerine koydular. Bu bağlamda bizler de bugünün muhacirlerinin yarın ensar olabileceğini hesap ettik umarsızca. Bir dilim ekmeğe, bir kâse çorbaya, bir bardak çaya, bir çift çoraba ve ayakkabıya muhtaç olabileceğimizi düşünerek empati yaptık. Mevcut hâlimize şükrettik yüz bin kere.

İslam’ın ve ümmetin gönülden yaralı bir ferdi olarak biliyorduk ki bu dünyada mal, mülk ve servet namına her ne varsa Allah’ındı. Bizler sadece onların geçici bekçileriydik. Bizim olanlar, sadece gönülden tasadduk ettiklerimizdi. Zira İslam inanç sisteminde kolektif şuur esastı. Bu rahmanî inançta cemiyetin huzuru, ferdin huzurundan önce gelirdi.

Bir Müslüman’ın derdi diğer Müslümanları da dertlendirmeliydi.

Hangi coğrafyada yaşarlarsa yaşasınlar Müslümanlar kardeşti(r)ler. Kişi, kardeşini darda görünce ona yardım elini uzatırdı. Bütün Müslümanlar bir ailenin fertleri, hatta bir vücut gibiydi. Vücutta bir aza rahatsız olduğunda bütün vücut rahatsız olurdu. Bir Müslüman’ın derdi diğer Müslümanları da dertlendirmeliydi. Müminler birbirlerinin yaralarına ilaç olmalıydı. Bütün bunlar İslam’ın üzerimize yüklediği mühim sorumluluklardı.

“Bir Müslüman’ın sıkıntısını gidereni veya bir mazluma yardım edeni, Allahü teâlâ affeder(di).”, “Bir din kardeşinin ihtiyacını gideren, ömür boyu Allahü teâlâya ibadet etmiş gibi sevap kazanır(- dı).”, “Allah indinde, en kıymetli amel; mümini sevindirmek, sıkıntısını gidermek, borcunu ödemek veya karnını doyurmaktı.”, “Allahü teâlâ, bazı kimseleri, insanların ihtiyaçlarını gidermek için yaratmıştı. İnsanlar, ihtiyaçları için onlara başvururlardı. İşte bunlar, kabir azabından da emindiler.”, “Allah katında en kıymetli amel, bir Müslüman’ı sevindirmek yahut bir sıkıntısını gidermek veya sabrını taşıran bir kederini ortadan kaldırmak yahut borcunu ödemekti.”, “İnsanların iyisi, insanlara iyilik edendi.”, “Arkadaşın iyisi, arkadaşına; komşunun iyisi ise komşusuna iyilik edendi.”, “Sizin en iyiniz, kendisinden hep iyilik beklenen ve kötülük etmeyeceğinden emin olunandı.”, “Hayra vesile olan, hayır işlemiş gibiydi. Allahü teâlâ, sıkıntıya düşene, çaresize yardım edeni sever(di).”

Varlıkla yokluğun ince çizgisinde, varlıktan aldığımız güçle birliğin ve beraberliğin eteklerine yapışarak selamet sahiline çıktık. Bizi ancak insani duygular kurtaracaktı. Kirpiklerimizin nemini ve ıslaklığını sağduyulu davranışlar bertaraf edecekti. Kanayan yaralara birlik ve beraberlik merhem olacaktı. Gönüllerimiz ondan aldığı güçle yükseklere havalanacak, zirveler ve tepeler daimî ikametgâhımız olacaktı. Böylelikle eziklikten, ruh çalkantılarından ve buhranlardan azade, gönül huzuru içerisinde geleceğe yol alacaktık. Bu da hayata sımsıkı sarılmamızı beraberinde getirecek, verimimizi yükseltecekti. Nitekim öyle de oldu. Depremin acımasızca vurduğu, her ne varsa derdest ettiği bir millet küllerinden doğdu. Ölümün bir heyûlaya dönüştüğü 6 Şubat bizim için artık bir milat sayılır.

Ölümün bir heyûlaya dönüştüğü, acının kılcal damarlarımıza kadar sirayet ettiği 6 Şubat, bizim için artık bir milat sayılır.

Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, olmamalıdır da. Vaktiyle üzerimize düşeni yapmadığımız için suçluyuz. Hafıza- i beşer nisyan ile malul olsa da ne olur bu acıyı unutmayalım. Yarınlarımızı inşa ederken bunu göz önünde bulunduralım.

Asrın felaketinde, hammaddesi et ve kemik olan bizleri eşref-i mahlûkat derecesinde insan yapan merhametin bütün afetlerden büyük olduğuna şahit olduk. Belli ki deprem bir dönemeçti bizler için. Onunla birlikte evsiz kalsak da (s)özümüze döndük, kalbimize döndük. Nihayetinde şefkat ve merhametiyle bütün âlemleri kuşatan Rabbimize döndük.

Bütün eksikliklerimize rağmen biz çok büyük bir devlet ve milletiz. Bunu tarihî hadiseler yüzlerce kez ispatlamıştır. Birlik, beraberlik ve dayanışma içerisinde olduğumuz sürece düştüğümüz yerden kısa zamanda kalkmış, yürümüş, hatta hedeflerimize koşmuşuz.

Ülkemizi derin yaslara boğan 6 Şubat depremlerinin ardından bir yıl kadar bir zaman geçmesine rağmen milletçe çabucak toparlandık. Bu süreçte herkese barınak ve aş temin edildi. Parti ve siyaset gözetmeden birlik ve beraberlik içerisinde devletimizin yanında durduk. Devletimiz bizden aldığı güçle depremzedelerin yaralarını sardı. Büyük bir seferberlik anlayışı içerisinde yüz binlerce ev, okul ve devlet kurumu inşa edildi. Devlet, zor günlerde mağdurların ve mazlumların “baba”sı olduğunu bir kere daha gösterdi. Bunu gerçekleştirirken hiçbir zaman siyasi görüş ayrımı yapmadı. Çok yakın zamanda bu evler sahiplerine teslim edilecektir. Allah, devletimizi ve devletlilerimizi başımızdan eksik etmesin.

Rahmetiyle kâinatı kuşatan Hakk’ın o nurdan “İnne me’a-l’usri yusrâ(n)” (İnşirâh-6) ayetiyle kaim olduğu üzere, her zorluk, beraberinde bir kolaylığı getirirdi. Her “usr” iki “yusr” doğururdu. Her gecenin bir sabahı, her sıkıntının bir sonu vardı. Zorluğa göğüs gerilip aşılırsa kolaylığa eri(- şi)lirdi. “Bir güçlük iki kolaylığı asla yenemezdi.” (Taberî) Nekbetle saadet aynı yörüngede ilerlerdi. Kula düşen sabretmekti. Zira sabrın sonu selametti. Öyle de oldu.

Depremden sonra gördük ki mayası tertemiz olan bu imanlı milleti hiçbir olay ve hiçbir kimse hak ve hakikat yolundan döndüremez. Depremden sonra yıkılan şehirleri yeniden devlet millet iş birliğiyle imar ve inşa ettik. Evleri başlarına yıkılsa da Maraşlı, gözü pekliğiyle tarihteki misyonuna tekrar geri döndü. Malatya’nın kayısıları yine sofralarımızın baş tacı. Adana, Antep ve Urfa’nın tatları yine damaklarımıza bayram ettirmeye devam ediyor. Hatay’ın künefesi, humusu, tepsi kebabı, biberli ekmeği tadından bir şey kaybetmiş değil.

İnşallah 6 Şubat depremlerinden milletçe gereken dersi alırız.

6 Şubat’ta gördük ki bizi yazın sıcaktan, kışın soğuktan koruyan ve barınaklarımız olan evlerimizin boyasından, mobilyalarından, musluklarından, pencere çerçevelerinden, lavabo taşlarından, lamba ve avizelerinden daha ve en önemlisi sağlam olmalarıdır.

Asrın felaketinde hayata âdeta adi bir pamuk ipliğiyle bağlı olduğumuzu, onun için de büyük bir hırs ve tamahkârlıkla biriktirme yerine, bu âlemde bir yolcu olduğumuz idraki içerisinde paylaşmayı yeğlememiz, ihtiyacımız kadarıyla yetinmemiz gerektiğini öğrendik.

O gece, kulakları sağır eden sesiyle bize hiçbir şeyi ertelememiz gerektiğini haykırdı. Sevginizi, merhametinizi, hoşgörünüzü, ertelemeyin dedi âdeta. Gönül kıranlar pişman oldu.

Yüreklerimizi enkaz yerine çeviren o dehşetli depremin ardından bütün acılarımıza ve gözyaşlarımıza rağmen zaman su gibi aktı mecrasında. Koca bir yıl geride kaldı. O gün bugündür yaralarımızı el birliğiyle sarmaya çalışsak da manevi yaralarımız hâlâ kabuk bağlamış değil. Öyle olsa da onlarla yaşamayı öğreneceğiz inşallah. Dünde kalamayacağımıza göre mecburen normalleşeceğiz. Fakat normalleşirken şahsi hatalarımızdan dolayı olan biteni normalleştirmeyeceğiz. İnsani hataları görmezden gelip kader deyip geçmeyeceğiz. Sorgulanması gerekenleri sorgulayacak, yargılanması gerekenleri de bihakkın yargılayacağız.

Maalesef kolay kolay ders almayan, çabuk unutan bir milletiz. Merhum Mehmet Âkif, farklı bir bağlamda olsa da, unutkan bir millet oluşumuzu şu mısralarda dile getirmiştir: “Geçmişten adam hisse kaparmış… / Ne masal şey! Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi? / Tarih’i ‘tekerrür’ diye tarif ediyorlar; / Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?..”

Bu aziz ve necip millet, çabuk unutuşu ve yaşadığı felaketlerden yeterince ders almayışı yüzünden tarih boyunca çok acılar çekti, çok bedeller ödedi. İnşallah 6 Şubat depremlerinden gereken dersi alırız. Evlerimizi tabutluk değil huzur ve sükûn yuvası yaparız.

İnsan zamanla ölüme de alışırmış, alıştık işte. Şimdi kendilerini bir nebze de olsa iyileştirenler doğup büyüdükleri şehirlerine geri dönüyorlar, hayata sıfırdan başlıyorlar.

6 Şubat bir milletin kıyamı ve kıyametidir. Yüce Allah böylesine büyük acıları milletimize ve de hiç kimseye yaşatmasın. Depremde hayatını kaybedenlere Allah rahmet eylesin, hayatta kalanlara da sabırlar versin. Sözlerimi o günlere dair yazdığım birkaç dörtlükle noktalıyorum: “Zengin fakir farkı yok, artık herkes eşittir / Acılı coğrafyada bebe(k)ler de reşittir / Bu feryat ü figanı vicdanlara işittir / Bülbül âhüzar eyler, güller perişan şimdi / Hallaç pamuğu gibi, iller perişan şimdi // Sade bebe(k)ler değil, şimdi toprak da yetim / Uzak düşmüş kökünden, kuru yaprak da yetim / Gün bir türlü doğmuyor, sanki şafak da yetim / Hüznün tercümanıdır gamzelerde yaş şimdi / Yastıktır körpelere enkazlarda taş şimdi”