Şimdi yükleniyor

Sezai Karakoç’un Tefekkür Sarnıcından Gönlüme Sızan Katreler

85 mujgan akin

Sezai Karakoç’un Tefekkür Sarnıcından Gönlüme Sızan Katreler

Anadolu insanının yüreği; kaynayınca kirlerinden arınan, soğumaya yüz tutunca mayalanmayı bekleyen bembeyaz bir süt gibidir.
Üniversite tahsili için Kayseri’ye henüz gittiğim günlerdi. Dört arkadaş bir araya gelmiş ve uzak bir mahallede ev tutmuştuk. Gündüz saatlerinde yüreklerimizi derslerle, geceleri de çoğu zaman sabahlara değin uzayıp giden sohbetlerle ısıttığımız doyumsuz vakitlerdi. Yolumuz bir gün Anadolu’nun ücra bir köyüne, sonra sapada kalmış bir semtine, başka bir gece ise farklı bir şehrine düşüyordu. Memleketten ayrılmanın hasretiyle kavrulan yüreğimiz, bu sohbetlerin doruklarından kopup gelen meltemlerle serinliyor ve normale dönüyordu.

Tanışma günlerinin ardından muhabbetlerimiz farklılaşmaya başlamıştı. Bu kez oturmalarımızda fakültede işlediğimiz derslerin de etkisiyle bilginin kollarına yaslanıyor ve saatler boyu çetin ilahiyat meselelerini mütalaaya koyuluyorduk. Bu tartışmalar bizi hem okumaya hem de araştırmaya sevk ediyordu. Kendi yağıyla kavrulan aklımın; okumaya, araştırmaya ve öğrenmeye dair hiç dinmeyen bir dolu sağanağına tutulmasının müsebbibi işte o günahkâr gecelerdir.

Anadolu insanının yüreğini; imandan güzel ahlaka, destandan edebiyata, musikiden sevgi ve aşka dair asırlardan taşıp gelen sohbetler mayalamıştır.

Bilgiyi aşıp saf aşkın kanatlarına dokunmaya başlayan muhabbetlerimizin birinde Ankaralı arkadaşımız Cahit Aktaş, dolabından çıkardığı teksir kâğıdından bize bir şiir okumaya başladı. Şiirin adı Mona Roza idi. Sezai Karakoç adını biliyordum ama bu şiirini ilk kez duymuştum. Sonra da bize okuduğu bu şiirin yazılış hikâyesini anlattı uzunca. Gözlerimiz dolmuş ve böylesine samimi bir aşka şapka çıkarmıştık. Gençliğinin baharında çetin bir aşka tutulan, âşık olduğu kişiye “Açma pencereni perdeleri çek / Mona Roza seni görmemeliyim / Bir bakışın ölmem için yetecek / Anla Mona Roza ben bir deliyim…” diyecek kadar divane olduğu hâlde onunla görüşmek ve kavuşmak istemeyen birisinin aşk hikâyesi, sesimizi soluğumuzu kesmişti âdeta. Ertesi gün ilk işim bu şiiri çoğaltmak oldu. Mona Roza’yı hemen her gün okuyor ve izini sürmeye başladığım bu efsunlu aşkın şifrelerini çözmeye çalışıyordum.
Daha önce okuduğum şiirlerde rastlamadığım kelimelerin aşkla sırlanmış kanatlarına tutunmaya çalıştıkça ruhum kökünden sallanıyor, ırgalanıyordu… “Zambaklar en ıssız yerlerde açar / Ve vardır her vahşi çiçekte gurur / Bir mumun ardında bekleyen rüzgâr / Işıksız ruhumu sallar da durur.”
Mona Roza şiiri gençliğin baharında, yıllar yılı içimde saklı duran yabancının kapılarını aralayan esrarengiz bir el gibi dokunmuştu yüreğime.

Kendimi fark edişin, tanımaya başlayışın ve içimde kendime mahsus el değmemiş bir dünya taşıyor oluşun farkındalığının anahtarını bana altın tepside sunan Mona Roza şiirinin hayatımda özel bir yeri olması bundandır. Her insanın biricik olduğunu işte bu şiirin mısraları fısıldadı kulağıma. Başkaları tarafından anlaşılma isteğimin kökenine, bu dizelerin koçbaşı darbeleriyle kapı araladım. Yalnızlığın, çaresizliğin, yetimliğin ve çilekeşliğin uçurumlarına bu dizelerin kurşunlarıyla vurulup yuvarlandım. Ve aşkın aşkınlığına bu eşsiz şiirin ilhamıyla vakıf olmaya çalıştım, “Kırgın kırgın bakma yüzüme Roza / Henüz dinlemedin benden türküler / Benim aşkım sığmaz öyle her saza / En güzel şarkıyı bir kurşun söyler…”
Bir sürgünün çocuğu olduğunu bilen, ne çok acı taşır yüreğinde. Bu durum fizikötesi bir çileye talip oluşun doğum sancısından başkası değil aslında.

Dünyada esip gürlemekte olan fırtınaların, aşka talip olan gönülleri tarumar eden kasırgalar karşısında herhangi bir kıymet-i harbiyesi var mıdır acaba? Zıtlıkların, açmazların ve çıkmazların gergefine sıkışıp kalan bir sürgün yüreğin müptela olduğu gönül yangınından zuhur eden tarifsiz acıdan, daha derin ve daha yüce bir ıstırap ateşi tahayyül edilebilir mi? Sürgünlüğünü, yetimliğini ve yalnızlığını fark edip gül ve gönül uçurumlarına gönüllü yazılan fizikötesi bir kazazedeyi bu dünyadaki hangi derin uçurum korkutup yolundan alıkoyabilir? Ve ölmeden evvel ölümü yenmeyi başarana, ölmenin hangi çeşidi ürküntü verebilir?
Bu sualler Mona Roza şiirini her okuduğumda deli dalgalar gibi gönül sahilimi kırbaçlıyordu. Nihayet bu şiir, hafızamın ipeksi sandukasına özenle kilitlendi. Ne var ki bir yere gelince kilit bozuluyor ve ne yapsam da gönül kapım bir türlü anahtar tutmuyordu;
“Bir gün gözlerimin ta içine bak / Anlarsın ölüler niçin yaşarmış…”
Mona Roza şiiri, bendenize sadece rahmetli Karakoç’un gönül dünyasının kapısını aralamakla kalmadı, aynı zamanda ruhumu bir diriliş muştusuyla mühürlemem ve kıyamet aşısıyla şırıngalamam gerektiğini anlamama da vesile oldu. Rahmetlinin söz ve fikirlerinin insan üzerindeki tesirinin azlığı, onun kelamının etkisizliğinden değil olsa olsa bizim kabımızın sığlığındandır. Onun eşsiz dizelerini her okuyuşta daha derinlere inişimizin sebebi de bu olsa gerek. İlerleyen günlerde bu tefekkür sarnıcının hikmet tüten şiirlerinin izini sürdüm epey süre. Hakikat denen abideyi bütün çıplaklığıyla sergilediği çiçekli tefekkür bahçelerinde dolandım biteviye. Yaşadığımız çağın insanı ittiği bunalımların ve çıkmazların farkına vardıkça, ona olan sevgi ve bağlılığım artıyordu. Nitekim o yıllarda içimdeki belli belirsiz putları ateşe verip küllerinden yeni bir hisar yapmaya koyuluşum ile dirilişe ve diriliş nesline aşk derecesinde özlem duymaya başlayışımın altında yatan ana mihrak, üstadın bu çağa olan gür haykırışlarının gönlüme kurşun gibi saplanışlarından başkası değildi.

Yüreğinde gizlenmiş derin gurbeti hissedip inançla, ahlakla, şiirle, şuurla, edebiyatla, metafizikle, sanatla, insanla, toplumla, tabiatla, medeniyetle, doğu ve batıyla ilgilenmeye başlayan her Anadolu gencinin yolu, hayatının bir döneminde mutlaka Sezai Karakoç’la kesişir. Ne var ki bu kesişme ne kadar erken gerçekleşirse, diriliş ve aşk da o kadar erken başlar.

Karakoç üstatla yolumun ikinci defa yoğun olarak kesişmesi, lisans tezimi yazdığım günlerde olmuştu. Cahil cesaretinden olacak ki Tefsir Hocam Prof. Dr. Celal Kırca’dan “Kur’an’da Sanat Kavramı” adında bir bitirme tezi almış ve hızla okumalara başlamıştım. Edebiyata, şiire, musikiye ve sanata özel bir ilgim vardı ve ben, ilahi kitabımız Kur’an’ın estetik yaklaşımlarının peşindeydim. Lakin o zamanlar bizim mahallede sanat kelimesi bir değer ifade etmez, sanatla uğraşmak pek hoş karşılanmazdı. Zaten piyasayı tarayınca bu alanda birkaç kitap ve makaleyle yol almam gerektiğini hemencecik anlamıştım. Üstelik bu kitapların tamamına yakını batı sanatlarını yücelten, İslam sanatını batı sanatlarının kötü bir taklidi olarak gören ve İslam sanatı diye bir sanat alanının olmadığını iddia eden eserlerdi. Bizimkiler ise enerjilerinin çoğunu bu saldırılara benzer tonda karşılık vermeye harcamışlardı. Batıda resim ve heykel en üst sanat eseri sayılırken bizde neden minyatür öne çıkmıştı? Batının somut sanat anlayışına karşı bizde neden soyut ön plandaydı? İslam sanatının soyuta yönelmesinin hikmeti neydi? Bu durum sadece puta tapıcılıktan uzak durmayla izah edilebilir miydi? Somuttan soyuta nasıl geçilecekti? Bunun ana felsefesi neydi? Aklımda bu meseleye dair deli sorular dolanıp duruyor ve beni daha üst okumalara sevk ediyordu.

İnsanoğlunun kader ağlarının sorduğu suallerle doğru orantılı örüldüğünü ve onun çoğu zaman hayatı boyunca bu suallerin kölesi olarak yaşamaya mahkûm olduğunu işte bu çetin sorularla yüzleşince anlamıştım.

Son sınıftaydım. Yoğun okumalar neticesinde bitirme tezimin çatısını oluşturmaya muvaffak oldum. Odamdaki boş bir ranza zemininin üzerine kestirdiğim suntayla devasa bir masa elde etmiştim. Bu geniş masada, onlarca kitap ve makalenin arasında daha önceden hazırladığım not fişlerinin eşliğinde geç saatlere kadar hem tefekkür ediyor hem de harıl harıl yazıyordum. Kalem salladıkça İslam sanatının felsefesine dair suallerim artıyor, merakım daha da derinleşiyordu. O yıl iki uzun bayram tatiliyle ara dönemde memlekete gidemedim ve yalnızlık mektebinin en çetin çileleriyle yüzleştim. Ne var ki bu müstesna vakitler bendenize, tezimi kaleme almak için çok vakit kazandırmanın yanında hem kitapçıları rahatça dolanıp detaylı araştırmalar yapmaya hem de yeni okumalarda bulunmaya kapı aralamıştı.
Üstat Sezai Karakoç’un “Edebiyat Yazıları I: Medeniyetin Rüyası – Rüyanın Medeniyeti Şiir” adlı kitabıyla işte o vakitte tanıştım.

Bu kitabın kapağını açar açmaz aylardan beri zihin duvarıma çarpıp duran suallerin ana kavramlarıyla yüzleşmiştim, “Kavramlar ve İlkeler: Metafizik, Soyut, Diriliş Soyutlaması”. Elbette hemen okumaya başladım. Metafizikle başlayan kavram çözümlemesinde Üstat Karakoç’un her bir cümlesi sanki manifesto mahiyetindeydi: “Bizim metafiziğimiz, Tanrı ve ahiret inançlarıyla şahdamarında gürül gürül canlı bir kan akan metafiziktir; İslam uygarlığının temel ilkesi olan mutlaklık âleminin bu dünya penceresinden görülen manzarasıdır. Bu dünya, aslında o dünya metnine bir çıkma, bir dipnottur… Öteki dünyayı anlamayan, gerçekte bu dünyayı da anlamamıştır. Ölümü görmeyen, hayatı da yaşamamıştır…”
Yüreğime gürül gürül akan bu saf tefekkür sütünden kana kana içiyor, hayret makamının gölgesinde, solgun kalmış gönül kılcallarımı besliyordum.

Soyutlama kavramına geçince, hayret makamından sıyrılıp bilginin hikmet burcuna doğru yol almaya başladım: “Sanatın amentüsünde metafizik ve soyut, biri insanüstünün ve doğaüstünün öteki zaman ve şartlar üstünün kapılarını aralarlar. Fotoğrafla resim arasındaki farkta, soyutlamanın payı birinci derecede kendini gösterir…” Okuduğum her cümleden sonra uzunca düşünüyor ve zihin sancımı dindirmeye çalışıyordum: “Ressam, tabiatın empirik yanını soyutlaya soyutlaya bir netliğe ulaşmak ister. Şüphesiz sanat sadece soyutlamadan ibaret değildir. Ancak sanatçı, malzemesine bu soyutlama işiyle el atar. Soyutlanan doğa, geçici bir an için âdeta ölü hâle gelmiştir.” Okudukça İslam sanatının kalbine giden yolu keşfediyor ve aydınlanıyordum: “Şimdi ona yeniden can vermek gerekmektedir. Bu ona, sanatçının ruhundaki soluğu üflemesiyle gerçekleşecektir. Sanatçı, modelini önce doğadan koparmalıdır ki o, son işlem olarak, kendisinin üfüreceği soluğu kabul edebilsin. Modelin direnişini kırmadır soyutlama. Onun doğayla bağı kırılmadıkça sanatçıya teslim olmaz…”

Bu satırlar bazı suallerime cevap verip zihnimi durulturken, yepyeni suallere de kapı aralıyordu. Bu zıtlıklar yumağında okumaya devam ediyordum:
“Soyutlama, doğanın kemiğini, iskeletini görmek, geometrisine ermek ve matematik imkânlarını kurcalamak, yeni eserin üzerine oturacağı şematizmi yakalamak çabasıdır. Bu çabayı göstermeyen sanatçı, eseri doğuran ‘büyük değişim’in anahtarını ele geçiremez. Bütün anahtarlar kuşkusuz Tanrı’nın elindedir. Sanatçı, uğraşarak onlardan bazılarına ulaşır. Ama yaratış sırrı gereği yine de sonunda anahtarlar Tanrı’da kalır…”

Üstada göre Tanrı’nın yaratışını taklide yeltenmekti sanatçının işi ve yaratıştan bir yaratış çıkarmaktı. Peki, anahtarı nasıl elde edecek, eşyanın direncini nasıl kıracaktı?
Bu suale de cevabı vardı üstadın ve okumamı bekliyordu: “Sanatçı, Tanrı’ya rakip olmaya kalkıştıkça yani sahte Tanrılık rolüne çıktıkça bu direnç artar. Tanrı’dan ‘izin’ alması gereklidir sanatçının. Bu da alçakgönüllülükle olur…” Kafamda sanata ve soyutlamaya dair bulanıklık iyice dağılmıştı.
Zihin ağrılarıma son noktayı koyan ise, Üstat Karakoç’un şu cümlesi oldu: “Tanrı’ya teslim olmayan, eşyayı teslim alamaz.”