Şimdi yükleniyor

Ömer Lütfi Mete Senaryolarında “Anadolu İrfanı Geleneği”

oner kilic 95

Ömer Lütfi Mete Senaryolarında “Anadolu İrfanı Geleneği”

Taptuğun tapusuna
Kul olduk kapısına
Yunus miskin çiğ idik
Piştik elhamdülillah
Yunus Emre

Anadolu irfan geleneği, Hoca Ahmet Yesevî’den günümüze uzanan tecrübeye dayalı engin bir mirasa sahiptir. Yunus Emre’nin ifadesiyle, “yaratılanı, Yaratan’dan ötürü hoş gören” bir dünya görüşüne dayanan bu mirasımız; Hacı Bektâş-ı Velî, Ahî Evran, Tapduk Emre, Şeyh Edebali, Hacı Bayrâm-ı Veli gibi büyük irfan âlimlerinin, varlığı derinden kuşatan tevazu, hoşgörü, sevgi, şefkat ve merhamet gibi temel değerleri yücelten bakış açısından beslenir.

Ömer Lütfi Mete de yüzyıllardır sürüp gelen o Anadolu irfanı geleneğinin gümümüzdeki temsilcilerinden birisidir.

Mete, kaleme aldığı dizi senaryolarında bu geleneği her zaman ön planda tutmuş, oluşturduğu karakterlerle bu mirası izleyicilere aktarmıştır.

Deli Yürek’te Kuşçu…

Ekmek Teknesi’nde Nusret Baba…

Kurtlar Vadisi’nde Ömer Baba bu aktarımın en önemli göstergeleridir.

Anadolu irfanından ve yukarıda değindiğimiz kaynaklardan beslenen bu karakterler, aslında Ömer Lütfi’nin ta kendisidir de denilebilir.

Ömer Lütfi, dizi senaryosu yazmaya başladığında kendisine senaryo ekibi kurmuş olmasına rağmen özellikle Anadolu irfanı geleneğini anlatan karakterleri bizzat kendisi yazmış olması da mirasın aktarımına verdiği önemi göstermektedir.

Türk dizi tarihine bir dönem damgasını vuran “Deli Yürek” dizisini ele alacak olursak; bir yoldaş, yâren, öğüt verici olarak Yusuf ile sürekli iletişim kuran, bu dizinin bel kemiğini oluşturan karakterlerden birisi olan “Kuşçu”, bizzat merhum Ömer Lütfi Mete’nin kaleminden çıkmıştır.

Kuşçu’nun, dünya malıyla işi olmayan, kendini toplumdan soyutlamış duruşu ve kimsesiz oluşu, ana kahramana her koşulda yoldaşlık etmesi, öğütler vermesi, objektif eleştirileri, kıssadan hisse hikâyeler anlatarak doğruya yönlendirir yapısı, onun Anadolu irfanı geleneğinden gelen bilge özelliklerindendir. Dizi boyunca Kuşçu’nun hayatı, nereli olduğu ve ailesi hakkında detaylı ve özel bir bilgi edinilemez. Bir karakter değil de bir sembol olduğu mesajını vermek için Kuşçu’nun kimliksizliğinin özellikle altı çizilmiştir. 92. bölümde karakola düşen Kuşçu’nun kaydı yapılmak üzere adı soyadı sorulduğunda, “Adım Hızır, soyadım İlyas…” der. Ana ve baba adları sorulduğunda, “Havva ve Âdem…” cevabını verir. Nerede doğduğu sorulduğunda ise “Kâlû-belâ” der. Verdiği cevaplarla, kimliksizliğinin özellikle altı çizilip sadece bir insan olduğu vurgusu yapılmaktadır.

“Yusuf” ne zaman iç darlığı hissetse, çıkmaza, ikileme düşse, soluğu Kuşçu’nun yanında alır.
Bir sahnede Kuşçu şöyle der: “Ateşin orta yerine düşmüş gibisin, değil mi Yusuf’um? Yoksa ateş mi senin içine düştü? Ha öyle, ha böyle. İkisi de bir değil mi? Adam olanın içi pişer. Ama pişmeden de adam olunmuyor. Yanan, yüreğin de olsa pişmek iyidir be Yusuf’um. Ne edeceksin? ‘Bu da geçer yahu!’ deyip dayanacaksın.”

Yusuf, Kuşçu’nun öğretileri ile aslında hamlıktan pişmeye ve sonrasında yanarak olmaya doğru ilerleyiş gösterir. Bunun, tasavvufi ekollerde görülen “mürid-mürşid” ilişkisini nispeten yansıttığı söylenebilir.
Kuşçu, bir sahnede de bir Bektaşî dervişinin hikâyesini Yusuf’a anlatır: Baba Eren bir gün aşka gelir ve rastladığı her varlığa “Merhaba” der. En son bir değirmen görür. Yaklaşır ve değirmen taşına “Taş baba merhaba.” der. Bu sırada eteğini değirmene kaptırır. Kendisini, bu durumdan zar zor kurtarır ve bunun üzerine şöyle söyler: “Bundan sonra dönene merhaba yok!” Anlatılan bu kıssa da, Anadolu irfanında büyük öneme sahip “Hakikatin yanında azimle ve sebatla duruş…” erdemine bir vurgu olarak hafızalarda yer etmiştir.

Hepimizde iz bırakan sözler, şiirler olur. Bu etkinin derinliği, ona yüklediğimiz anlam kadar, onda kendimizden bulduklarımızla da alakalıdır.

Kuşçu, Yusuf’a: “Niye ‘Bütün belalar beni buluyor?’ diyorsun, değil mi? ‘Ben ne ettim?’ diyorsun. Bakıyorsun, kendinde bir kusur bulamıyorsun. Doğrusu ben de bulamıyorum sende büyük bir kusur. Bazı yanlışlar yapıveriyorsun arada bir. Amma o kadar kusur kadı kızında bile vardır: Öyleyse niye bu belalar? Niye rahat bir soluk alamıyorsun. Niye? Çünkü demir olarak kalmak istemiyorsun. İçinden bir ses ‘Çelik olman lazım.’ diyor. O sesi seviyorsun. O sesi ben de severdim. O sebeple acımıyorum sana, sen de kendi kendine acıma.” der.

Kuşçu, görülen üzere hâl ehli, gönül ehli bir karakter olarak beliriyor. Yusuf’un içinden geçenleri duyuyor, düşüncelerini anlayabiliyor ve yorumlayabiliyor.

Kuşçu’nun söylediği sözleri derinlemesine ele aldığımızda Kuşçu, bir bakıma yüzyıllardır içimizde hayat bulmuş, şekillenmiş sözlü bir kültürdür.

Mete, bu hususu neredeyse her hikâyesinde bize sezdirir. Yeri gelir Pîr Sultan Abdal’dan dem vurur, yeri gelir koca Yunus’tan… Bir dem Bektaşî anlatılarından örnekler verir, bir dem Mevlânâ’dan anlatır.
Kadere olan kırgınlığından bahseden Yusuf’a, Kuşçu: “Engin denizler gibi ol Yusuf’um, bir taş atmayla bulanma. İnsanların yaptıkları seni kırıyorsa, sen sığ su sayılırsın.” diyerek ona derinleşmenin ve bilgeleşmenin yollarını gösterir.

Bir başka bölümde Yusuf, Kuşçu’yu ziyaret ettiği sırada, onu çok eskimiş bir ceketini tamir ederken görür.
Yusuf, “Kuşçu yetmez mi artık? Bunun tamir olacak bir yanı kalmamış. Yeni bir şey giymek çok mu kötü?” diye sorar.

Kuşçu: “Yeni bir şey giymek elbette kötü değil.” der ve Yusuf’a güzellik ve çirkinlik hikâyesini anlatmaya başlar. “Hikâyeye göre güzellik ve çirkinlik bir gün deniz kıyısında karşılaşmışlar. Biri diğerine, ‘Hadi denize girelim.’ demiş. İkisi de giysilerini çıkarıp denizde yüzmüş. Biraz sonra çirkinlik, denizden çıkıp güzelliğin giysilerini giyip gitmiş. Güzellik kıyıya çıkmış, kendi giysilerini bulamayınca çıplak kalmamak için çirkinliğin elbiselerini giymiş. O gün bugündür erkekler ve kadınlar, güzellik ve çirkinliği birbirine karıştırırlar. Ama asıl güzelliği ve çirkinliği görmüş/sezmiş olanlar giysilere değil içindekilere bakar. Aslında kimin ne olduğunu bu sayede tanırlar.”

Mevlânâ’nın “Ne insanlar gördüm üstünde giysisi yok, ne giysiler gördüm içinde insan yok.” özdeyişinin bir başka anlatımı olan bu hikâyeden, Kuşçu’nun yeni bir cekete ihtiyaç duymadığı, dünya malıyla meramı olmayan bir insan olduğu bir yana, giysilere değil içindeki insanlara değer verdiği anlaşılabilir.
Ana kahraman olan Yusuf Miroğlu’nu, dizi boyunca karşılaştığı olaylarda kimse onu iyi veya kötü eleştiremezken; ona eğrisi doğrusuyla her şeyi söyleyebilen kişi Kuşçu’dur.

Aslında yukarıda bahsettiğimiz birkaç örnekte de görüldüğü gibi Kuşçu, bir karakterden öte, günümüzün Anadolu irfanı geleneğinin temsilcisidir. Aslında dizide yer alan bu özlü sözleri uzatılabiliriz ancak biz de kıssadan hisse yaparak, kısaca değindik Kuşçu’nun misyonuna. Ömer Lütfi Mete’nin senaryolarında Yesevî ekolunun “Anadolu Erenleri” olduğu gibi Türk’ün kahramanlığını anlatan “Alpler” de vardır.

Ömer Lütfi Mete, Deli Yürek’te bize Kuşçu’yla “Eren’i” anlatırken; Yusuf karakteriyle de Alp’i anlatmıştır aslında. O nedenden hep Anadolu Alp-Erenleri deriz ya…

Yazımızı, yine dizinin son bölümünde Eren’in dilinden Alp’i anlatışıyla bitirelim.

Dizinin son bölümünün son sahnesidir. Yusuf’un, patlamada ölümünün ardından gelen sahnede Kuşçu, bir sahil kenarında ağlamaklı otururken yanına bir çocuk gelir. Kuşçu’ya neden ağladığını sorar. Kuşçu, “Yusuflar ölmez.” der.
Çocuk, kendi adının da Yusuf olduğunu söyler. “Ben de mi ölmeyeceğim?” diye sorar.
Kuşçu, “Yusuf’san ölmezsin.” der.
O sırada Yusuf’tan, yani Deli Yürek’ten söz açılır ve Kuşçu, onun esas hikâyesini anlatmaya başlar:
“O Deli Yürek ta Âdem Baba’dan beri var. Allah, insanları dünyaya saldığında içlerinden birini Deli Yürek seçmiş. Her çağda bir tane Deli Yürek olmuş. Bir gün Davut olmuş, Calut denen zalimi haklamış; bir gün Hüseyin olmuş, zalimin önüne başını korkusuzca koymuş; bir zaman gelmiş Dadaloğlu olmuş, bir zaman gelmiş Köroğlu olmuş, bir zaman gelmiş Miroğlu olmuş. İnsanlar bunları öldü zannederler. Ama hepsi aynı adamdır. Deli Yürek’tir. O ölmez. Şimdi de diyorlar ki: ‘Miroğlu öldü.’
Çocuk: Ölmedi mi?
Kuşçu: Ölmez. Deli Yürek ölümsüzdür. Nerede bir zulüm olsa Miroğlu oradadır, orada olacaktır. Belki halk onu görmez ama bilir ki Miroğlu oradan geçmiştir, zulüm kalkmıştır. Her köyde, her kentte, her kasabada biri çıkıp diyecektir ki: ‘Ben Miroğlu’nu gördüm, biraz önce buradaydı.’ Her yerde biri çıkıp diyecektir ki: ‘Miroğlu’nun bileği bükülmez, yüreği sökülmez.’ Ama onu herkes göremez.
Çocuk: Şimdi ben göremeyecek miyim?
Kuşçu: Yusuf’san görürsün.
Çocuk: Yusuf’um tabii. Zaten arkadaşlarım bana ‘Deli Yürek Yusuf.’ derler.
Kuşçu: Oooo! … Tanıştığımıza memnun oldum Yusuf’um.”
Özet olarak, “Deli Yürek” dizi senaryosunda olduğu gibi Ömer Lütfi’nin bütün hikâyeleri bu minval etrafında şekillenmekte, kurgulanmakta ve aktarılmaktadır.

Aşkın pazarında canlar satılır
Satarım canımı alan bulunmaz
Yunus öldü deyu sela verilir
Ölen benden imiş, âşıklar ölmez

Yunus’un da dediği gibi ölen beden ama âşıklar ölmez. Anadolu irfanı geleneği de ölmedi, onu yaşatan bedenler ölse de onun aşkı devam edecektir.
Ruhu şad, mekânı cennet olsun Ömer Lütfi Mete abimin.