Şimdi yükleniyor

Mustafa Hoca ve Türk İslam Tevhidi

109sayik e1711611682763

Mustafa Hoca ve Türk İslam Tevhidi

Mustafa Çalık Hoca, amansız hastalığıyla mücadele ediyor ancak doktorları olumlu şeyler söylemiyorlardı. Hastalığı nüksetmiş, ağrıları günden güne daha da artarak devam ediyordu. Üç gündür ağrıları gittikçe şiddetlenmiş, uykusuz kalmak onu iyice yormuştu. Nihayet ilaçlarını almıştı. İlaçların etkisiyle olacak, ağrıları hafiflemiş ve uykuya dalabilmişti…

Mustafa Hoca, rüyasında Altaylarda bir zirvede oturuyordu; az sonra yanına Aksakallı bir dede geldi. Kendini, “Arslan Baba” diye tanıttı. Mustafa Hoca, ayağa kalktı ve O’na, keçe serginin üst tarafından bir yer gösterdi, bastonunu alıp oturması için yardım etti.

Mustafa Hoca, Aksakal Arslan Baba’ya, “Türkistan Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevî’nin hocası mısınız?” diyerek sordu.

“Evet,” dedi Aksakal Arslan Baba… Mustafa Hoca ne yapacağını bilemedi, heyecandan ve mutluluktan gözyaşları aktı. Çok özlediği eski bir büyüğünü görmüştü sanki…

Biraz ötede Türk yurtlarının dumanı tütüyor, her bir yurdun hemen yanında kurulan ocaklarda ateş yanıyor, kazanlar kaynatılıyordu. Kurulan bu ocaklarda Nevruz kutlamaları için yumurta, yahni, Özbek Pilavı, süt, çay, kımız hazırlanıyor; kadınların telaş içinde koşturmacaları görülebiliyordu. Kadınların, Türklere has süslü kıyafetleri, uzun saçları (evlilerin tek ya da iki örgü); kızların da çok sayıda belikleri vardı. Takıları ve dahi kıyafetlerindeki her ayrıntı bile oturdukları yerden görülebiliyordu.

Etrafta Yılkı Atları ve taylar koşturuyor, kelebekler uçuşuyor, hafif rüzgârla beraber çiçekler, otlar Aksakal Arslan Baba’ya boyun eğip selam veriyordu. Yurtlarla dolu bu yaylanın sağ tarafında etrafı gençlerle çevrilmiş halka şeklinde bir topluluğun ortasında birçok delikanlı, at üstünde koşturuyor, ata değişik manevralar yaptırıyor, oradan oraya at koşturup cirit atıyorlardı. Gençler, cirit oyunu bitince buzkaşı ve güreşle devam ettiler. Bu ata sporlarına, dombra çalan gençler de müzikleriyle eşlik ediyorlardı. Gene yurtların sol tarafında; eğitim verdikleri kartallarını uçuran insanlar, önceden kurulan salıncaklarda eğlenen genç kızlar, aşık oynayan çocuklar gönüllerince eğleniyorlardı…

Dağlardan ovalara çılgınca akan ırmaklar, uçuruma gelince aşağıya doğru âdeta pervasızca ve hızla atlıyordu. Dağ sularının mavi tülü andıran berrak görüntüsü, gökle yeri birbirine bağlayan, tülden yapılmış büyük mavimsi beyazımsı bir kurdeleye benziyordu. Bu çılgın billur sular aşağıda tekrar birleşip sakin ve sessiz, turkuaz renginde bir gölü oluşturuyordu. Fevkalade olan tüm bu güzellikler, suyun akışındaki şırıltı bir musikiye dönüşüp dombra ile karışıyor; insanın bedenine dinçlik, ruhuna huzur veriyordu…

Mustafa Hoca ve Aksakal Arslan Baba, Akpınar Yaylası’nda, Akpınar’ın yanı başında, çimlerin üstüne serili, kazak motifleriyle süslü, beyaz bir keçenin üzerinde uzun uzun oturup etrafı hem seyrediyor hem de hasbihâl ediyorlardı. İlginç olan ise, Akpınar Yaylası’nda hiç ağaç yetişmemesine rağmen, hocaları gölgeleyen bir akkayın ve hurma ağacı vardı. Gölgesinin altında serinleyip keyifle oturan hocaların konuşmalarını sessizce dinliyordu. Ağaçların dibinde peygamber çiçekleri, dağ kekikleri, dağ papatyası, nevruzlar, sümbüller, kardelenler hepsi ortama hoş kokularını salıyor; etrafta arılar, kelebekler, kuşlar uçuşuyordu… Mustafa Hoca sık sık sorular soruyor, Aksakallı Arslan Baba da hiç yorulmadan ona anlatıyordu. Konudan konuya geçiyorlar; vatan, millet ve İslam konularına gelince heyecanlar artıyor, sesleri yükseliyordu. Mustafa Hoca, gür sesiyle amfide öğrencilerine ders veren bir hoca edasıyla konuşuyor, sonrasında hemen toparlanıp karşısında Hoca Ahmed Yesevî’nin hocası Arslan Baba’ya saygıda kusur etmemeye çalışıyordu. Aksakallı Hoca Arslan Baba anlatılanları dinliyor, onaylıyor, en sonunda eklemeleriyle beraber konuyu toparlıyordu. Sohbet gitgide ilerleyip derinleşiyordu… Sohbet derinleşip olgunlaştıkça etraflarına birçok kişi gelip sohbete katılıyor, onlara ikramlar yapılıyordu…

Nedendir bilinmez ama hurma ağacına birkaç ebabil, akkayın ağacına heybetli bir kartal konmuş; öylece orada onları dinliyor, etrafı seyrediyorlardı. Bu arada etrafta alageyikler, ceylanlar, bozkurtlar; gökyüzünde kanat çırpan turnalar kartallar ve keklikler, kekik kokulu bu diyarda huzur ve neşe içinde oradan oraya dolaşıp duruyorlardı. Yaratılmış tüm canlıların bir tamamı birlikte ve bir uyum içinde yaşayıp gidiyorlardı… Esasında dünya denen bu âlemin ve dahi Arş-ı Âlâ’nın bir düzeni vardı… Kısacası düzen, birlik ve beraberlikti. Dinimiz İslam’da karşılığı ise tevhitti.

Aksakallı Arslan Baba, meselenin “öz”e bağlılık olduğunu, “öz”e göre yaşamak gerektiğini sık sık vurguluyordu. Türk milleti tevhit inancıyla, bin iki yüz yıl boyunca (7. – 19. Yüzyıl) üç kıtaya hükmetti. Türk-İslam medeniyet anlayışıyla ve tevhit düşünceyle bir kültür devleti oldu. Bilgiler üretti, adaleti yaydı. Tevhidi düşünce sisteminde ideal insan tipini yetiştirip, onların eserler vermesine sebep oldu. Türk-İslam medeniyetiyle yetişen âlimler, eserleriyle dünya medeniyetine katkı sağladı ve ona hizmet etti; Bîrûnî, Câbir bin Hayyân, Cezerî, Hoca Ahmed Yesevî, İbn-i Haldun, İbnü’l-Arabî, İmam Gazzâlî, Yusuf Has Hacib ve daha nicesi tevhit inancıyla eğitildi. Tevhidi inançla eğitim alan ve onunla düşünen ideal insanlar, tüm insanlığa birçok eser bıraktı. Aksakallı Arslan Baba, “Türk İslam medeniyetindeki büyük düşünce insanları, düşüncelerinde ve eserlerinde kendi ruh ve hakikat arayışlarına ve anlayışlarına bağlı kalmışlardı.” dedi.

Türk Dil Kurumu’na göre düşünce; uzay ve zamanın ötesinde, öznenin dışında kendiliğinden var olan, duyularla değil, yalnızca ruhen algılanabilen asıl gerçeklik, mütalaa, fikir, ide, idea, dış dünyanın insan zihnine yansıması, niyet, tasarı anlamlarını içermektedir. Böylece düşünceyi, maddesel dünyasının ötesinde görünmeyenle yani soyut olan ile alakalı bir kavram olarak belirtmek gerekir. Düşünme ise daha maddi dünyaya dönük bir kavramdır. Buna göre Arslan Baba, “Düşünmek, sebep-sonuç bağıntısını kurmaktır.” dedi. (Topçu, 2002: 43) (Akt. Şimşek, 2022: Sy: 58).

Herkes gibi Mustafa Hoca da anlatılanları sessizce dinliyordu. Aksakallı Arslan Baba’nın sözleri bitince başladı sual etmeye: “Hocam, şimdi bizler araştırma yaparken Türk İslam Medeniyeti’ne ait âlimlerimizin eserlerini başka başka ülkelerin kütüphanelerinde görüyoruz. Ancak izin verdikleri kadarını görüp onları inceliyor ve öğrenebiliyoruz. Büyük düşünürlerimizin Türk-İslam tevhidi anlayışıyla ürettiği, medeniyete ışık tutan bu düşüncelerden ve bilgilerden ancak bir mumun aydınlattığı kadarını görüp öğreniyoruz.”

Aksakallı Arslan Baba, “Evet, evlat. İnancımıza göre yaratılmışların en yücesi insanoğludur. O’nu, diğer yaratılmışlardan ayıran en önemli şey ise fehmetmesidir. Fehmetmek, duygusal zekâyla da ilişkilidir zaten. Türk-İslam medeniyeti anlayışında bir insan ihtiyacı olduğunu fark edince yani fehmedince, bu ihtiyacı gidermek için harekete geçer; önce düşünür, sonra niyet edip çalışır, çabalar ve elinden gelenin en iyisini yapar. Bunu da insanlığın hizmetine sunar. Hatta çalışma konusunda Ahiler şöyle der, ‘Allah der, çalışırız.’ Türk-İslam medeniyetinde tevhit her alanda var olagelmiştir. Yüksek medeniyetler kurduğumuz üç kıtayı tevhit anlayışıyla yönettik. Güçlü olmak için bizler bir olacağız, beraber olacağız, iri ve diri olacağız. Millî üretip, millî ürünler tüketeceğiz. Yüzyılımız, bunu gerektirmektedir.” dedi. Mustafa Hoca rüyasında duyduklarından son derece memnunken eşi, O’nu tatlı uykusundan uyandırdı, terini sildi, ilaçlarını verdi…

Mustafa Hoca rüyasına devam edebilmek umuduyla yeniden uykuya daldı. O da biliyordu ki sohbet etmek kolaydır da muhabbet etmek zordur. Ancak Mustafa Hoca, son kez uykuya dalıyordu…

Mustafa Çalık Hoca’yı 6 Aralık 2023’te ebediyete uğurladık. Kendisini saygı ve minnet duygularımızla anıyor, Allah’tan rahmet diliyoruz.