Şimdi yükleniyor

Halil Hâlid Bey

105sayikweb 6

Halil Hâlid Bey

Halil Hâlid Bey yataktan doğruldu ve yarı oturur vaziyette ellerini iki şakağına koydu; gözlerini kapadı ve yavaşça düşüncelere daldı “Ah gençlik ahh…” diye iç geçirdi. Hayat ne çabuk geçti gitti; şimdi bana yorgunluk, hastalık, bir de hüzün kaldı. Millî ve manevi değerlerimize ve bana karşı yapılan haksızlıkları gördükçe, bu değerlerimize olan sevgim ve bağlılığım daha da arttı. Ölmeden önce evime, vatanıma gitmek, o havayı solumak, toprağına el sürmek istiyorum; vatan anaya varınca acılarım dinecek gibi sanki… Güzel vatanım… Denizi yeşim, dağları akik taşı, ormanları zümrüt, göğü turkuaz, toprağı yakut, kendisi elmastan ana vatanım… Vatanım önemli, değerli, özel ve çok da güzel; bu güzelliği koruyup kollaması da zor tabii. Koruma duygumuz; vatan kadar büyük, vatan kadar samimi, vatan kadar sıcak olmalı elbette… Bende muhakkak öyle de ya diğerlerinde?!

Halil Hâlid Bey’in hayaline, çocukluk günleri ve babasıyla olan anıları geldi. Çerkeşşeyhizâde Ahmed Refî Efendi’yi kaybettikleri günü, annesi Refika Sıdıka Hanım’ın ağlamalarını hatırladı. “Canım anam, can babam,” dedi sessizce yutkundu… Habersizce akan gözyaşını fark edince sildi, gözyaşları artık içine akıyordu… O, çocukken annesini ne çok yorar, istekleriyle boğar, yaramazlıklarıyla yıldırırdı… Oysa babasını kaybettikten sonra annesi Refika Sıdıka Hanım, Halil Hâlid’e daha da özenle ve dikkatle davranıyor, onu koruyor kolluyor, her türlü haşarılığına rağmen oğlunu üzmek istemiyordu. “Affet anam,” dedi kısık sesle… Amcası Mehmed Tevfik Efendi de kardeşinin vefatından sonra yeğeni Halil Hâlid ile daha çok ilgilenir olmuştu. Halil Hâlid, hayalindeki çocukluk vadisinde gezinirken odanın kapısı açıldı. Hayalini, anılarını ve her şeyini, açılan o kapıdan uçup gidecek sandı ve dikkatle kapıya baktı; hayallerinin odadan uçup gitmesine izin vermedi…

Gelen komşusu Ahmet Bey idi; iki dost merhabalaştı, hâl hatır etti. Hemen her zaman Halil Hâlid Bey anlatır, Ahmet Bey de dinlerdi; yine öyle oldu.

Halil Hâlid, “Ben de geçmiş günleri düşünüyordum,” dedi. Komşusu Ahmet Bey, her zamanki gibi mahcup edasıyla “Dinlemek isterim efendim,” dedi. Halil Hâlid Bey, hayalinde kaldığı yerden sonrasını komşusu Ahmet Bey’e anlatmaya başladı:

“Rüştiye’yi bitirince Ankara’dan İstanbul’a geldik. O zamanlar İstanbul başka görünürdü gözüme; Osmanlının kalbi İstanbul, nasıl da güzeldi. İstanbul yüreğime dolar, yüreğime sığdıramam çırpınır, çırpınırdı Marmara gibi. Yüreğim bir başka atar, duygular ve düşünceler söz olur dökülürdü dilimden. Gözlerimi dolduran denizin mavisi, aldığım her nefeste leylakların kokusu, gökyüzünde çığlık atan martıların sesi ve tüm sesleri kesen Ezân-ı Muhammedî’yenin sesi; kulağımdan yüreğime, oradan beynime, sonra tüm ruhuma ve bedenime dolardı… Bu ilahi aşk, vatan aşkıyla birleşir; beni İstanbul’a, aileme, milletime hizmete çağırırdı hep… İşte bu borcu ödemek, heyecanı her yeni günde artarak devam eder; işlerime yetebilme, işimi yapabilme gücünü hissettirirdi. Oysa şimdi aynı duygum olsa da gücüm kalmadı…”

Halil Hâlid Bey anlatıyor, Ahmet Bey sessizce dinliyor, üzüntüsünü belli etmiyordu. Halil Hâlid Bey devam etti anlatmaya:

“Amcamın isteğiyle İstanbul’a geldik ve ben, Beyazıt Medresesi’nde üç yıl okudum. Okumasına okuyordum ama ben, Hukuk Fakültesi’nde okuyup avukat olmak istiyordum. O sıralar mahkemelik bir toprak davamız vardı. Bu dava, daha önceki padişahtan dedeme tahsis edilen, miras yoluyla bize düşen mülkün davasıydı. Bu süreç uzun sürdü ve beni de epey meşgul etti. Avukat olmak istememde bu durumun etkisi elbet vardı ancak daha da önemlisi, vatanıma-milletime iyi bir hukukçu olarak hizmet etmek istiyordum.”

O sırada Hâlid Bey’i öksürük tuttu, tıkanan nefesi ile birlikte düşünceleri de kopuyor, dağılıyor, kafası karışıyordu. Hâlid Bey, birkaç yudum su içtikten sonra anlatmaya devam etti:

“Bilirsin, bizim için ‘Devlet-i ebed müddet’ her daim önemlidir. Adliyede avukatlık stajımı yaparken, öte yandan da toprak davasıyla ilgileniyordum. Stajda, önceleri davalara sarık ve cüppeyle gidiyordum; hukuk çevrem beni kınadı, baktım olmayacak takım elbise giydim. Bu defa da medreseden arkadaşlarım beni kınadılar. İlerleyen günlerde Avrupalı avukatlar gibi takım elbise giymeye devam ettim. İstanbul Pera’da kirada oturuyordum. Gençlik belki, fevri bir davranışım da olabilir. İşte bu gibi durumlardan dolayı beni karalamaya başladılar. Oysa ben, o yaşlarımda dahi, hilafetin Osmanlıya geçtiği günün özel bir gün olarak kutlanması gerektiğini söyledim, savundum… Ama işin dozu kaçmıştı. İçimizdeki art niyetli, İngiliz kuklası kişilerin beni sultanımıza karalaması yüzünden nedensiz yere takip ediliyordum. Bu durum beni çok üzdü ve İngiltere’ye gitmeme neden oldu. İstibdat döneminde takip edilmiş olmama üzülsem de Devlet-i Âli Osman, şüphe uyandıran kişileri takip ettirmekle doğru olanı yapıyordu. Devletimiz, milletimiz karıştırılmak isteniyor, ortada İngiliz ajanları cirit atıyordu. Bunları, İngiltere’de olduğum zamanlarda daha iyi anladım. Osmanlıya, İslam âlemine ve Müslümanlara karşı Avrupa’nın ve İngiltere’nin fitne fesat niyeti ortadaydı. Ve dahası İngilizler, padişahımızı ve devletimizi karalayan yazılar yazmamı isteyip ısrarcı dahi oldular. Vatansever biri olarak sözlerimde ve yazılarımda her zaman Devlet-i Âli Osman’a yakışır nitelikte ve netlikte oldum elhamdülillah. Arkamda Devlet-i Âli Osman’ın ve Sultanımızın varlığını bilmek, bana her zaman güç ve cesaret verdi. Cambridge Üniversitesi’nde derslere girdim, ‘Üstâd-ı Ulûm’ ünvanı verdiler. Cezayir’de, Şarkiyat Kongresi’ne katıldım ve Hindistan’da çalıştım. Makale ve kitaplar yazdım, bizi küçümseyen Avrupa ülkelerinin mallarının alınmaması yönünde boykot yapılmasını sağladım… İngilizler, yabancıları özellikle Müslümanları hele hele Müslüman Türkleri hiç sevmezler Ahmet Bey… Böyle işte… Böyle bir ortamda İslam’ın sancaktarlığını yaptım. Ülkemi, dinimi anlattım; Avrupa’da okuyan, yaşayan Müslümanları birleştirmek gayretinde oldum. Bunlar gerçek olduğu için anlatıyorum. Hakkımdaki yanlış anlaşılmaları, belki ben hayata veda edince anlatabilecek bir dostum olduğunuz için size anlatıyorum. Sözlerimi, beni karalayanlara cevaben söyleyebilmeniz ve İngilizlerin karalama politikasının sadece Osmanlıya değil bana ve benim gibi vatanseverlere de yapıldığını herkesin bilmesi için anlatıyorum…”

“Avrupa ülkeleri, ruhani liderlerinin öncülüğünde tüm Hristiyanları birleştirip birlikte hareket edip güçlenirken; Osmanlıyı, halifelik makamını, Müslümanları zayıflatmak ve kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim-i karalamak, kısacası İslam’ı zayıflatmak, İslam birliğini bozmak istediler. Bu nedenle biz Türkleri değil de özellikle Arapları inandırıp onlara, ‘Osmanlı sizi ezdi, sömürdü, size kötülük etti…’ gibi sözlerle kandırdılar. Aydın Araplar buna inanmasa da halkı inandı. Aynı tarihlerde bizlere de Arapları kötülediler. Kısacası İslam birliğimizi bozmak için Osmanlıyla, tebaası olan milletlerin arasını açmak için her iki tarafı da birbirine karşı kışkırttılar. Bunu anlayanlar olduysa da anlamayıp İngiliz aklına hizmet eden, Osmanlıdan kopmalarını kolaylaştıracak faaliyetler içinde olan Araplar da oldu. Kısacası Hristiyan dünyası dini etrafında birleşip güçlenirken, öte yandan ve çoğu zaman olduğu gibi bizi de İslam ülkelerinden koparıp zayıflatmaya, onları da lokmalara bölmeye çalışıyorlardı. Halifelik makam ve otoritesini elinde tutan Osmanlı Türk idi ve Türklerse; Hristiyan dünyasının, Avrupa’nın, İngilizlerin yüzyıllardır bir türlü yenemedikleriydi… Osmanlı Devleti’nin, İslam’ın savunucusu, koruyup kollayıcısı olması; ayrıca Müslümanlardan da istediğinde destek alması demekti. Çünkü Osmanlı, Halifelik erkini tüm dünya devletlerine kabul ettirmiş, dünya Müslümanlarının hepsinin birlik gücüne de sahipti… İşte Osmanlının; padişah (saltanat), hilafet ve halifelik makamına sahip olması, onların işlerine gelmiyordu…”

Halil Hâlid Bey, terini sildi, ilaçlarını aldıktan sonra anlatmaya devam etti. Ahmet Bey, heyecanla dinliyor, kafasındaki bazı sorulara da cevap bulabiliyordu:

“Müslümanların birbirinden kopması, kolay sömürülebilmesi için İslam birliğinin bozulması, dağıtılıp ayrılması gerektiği üzerine yüzyıllar boyu hesap yapanlar, plan ve fitnelerini de içimize yerleştirme gayreti içinde oldular. Öte yandan ruhani liderlerine bağlılıklarını sürdürüp kendi güçlerini de birleştirdiler. Halifeliğin kaldırılması, hatta hızlandırılması onlara göre çok önemliydi. Pek tabii ki bizim gibi vatanseverleri de halifenin yanından uzaklaştırmak, bizleri karalamak işlerine geliyordu… Bunun için bizzat devlet kadrolarına ajanlar yerleştirip devletle milletin arasına girerek yapmadıklarını bırakmadılar, padişahımızı da karaladılar…” Halil Hâlid bir bardak su içti, terini sildi…

Halil Hâlid, sürekli aynı uyarıyı tekrarlıyordu. “Ahmet Bey, ben ölürüm, sen kalırsın; bunları bilip söylemen, yazman için anlatıyorum,” dedi ve devam etti.

“Ben, İslami konular üzerinde aydınlatıcı yazmaya, Halife’nin yanında olmaya, Müslümanları birliğe ve beraberliğe çağırmaya çalıştım. Eserlerim; Farsça, Urduca, Arapça ve İngilizce olarak çevrilip yayınlandı. Birçok Müslüman’a ulaştı. Hristiyan âlemi Müslüman olanı, İslam sancağını koruyup kollayanları sevmez. İslam âlemini birlikte tutan gücün halifelik olduğunu, dolayısıyla halifeyi yani padişahımıza bağlı kalmalarını, gücümüzü kaybetmememiz için önemli olduğunu anlattım.
Hilafet makamının Türk olması onlar için çekinilecek bir durum olmuştur. Bu sebeple halifelikte, saltanatta onu temsil eden erk de onlar açısından emperyal hedeflerinin önünde duran aşılmaz bir duvardır. Kışkırttıkları kuklalarıyla; Islahat, Tanzimat, demokrasi, meşrutiyet, özgürlük gibi süslü sözlerle İslam birliğimizi ve devlet düzenimizi bozma çabasında oldukları muhakkaktı. Ben, İttihatçıların hilafet, halifelik gibi temel bir değere özen göstermediklerinden yakınırken, bu konuda da bana ve birkaç kişiye daha iftira atıldı. Islahat Fermanı’na imza attığımız yalanını çıkardılar.”

“Kıymetimiz düştü, sözümüz hiç oldu ve sesimiz duyulmadı, hırpalandık. Aynı zamanda Arap’ı Türk’e, Türk’ü de Arap’a kötülediler. Buna Türkler inanmadıysa da çoğu Arap inandı, inanmak istedi, her Arap Müslüman değildi çünkü. Kendi hâkimiyetlerini kurmak için Müslümanları zayıflatmak amacıyla halifeliğin kaldırması gerektiği fikrini yayarak ve ıslahatlar vb. yaparak devlet yönetimine karışıp padişahı zayıflattılar. Âdeta Osmanlıyı bitirdiler, bitirmekle kalmadılar padişahı da tahttan indirdiler. Şimdi dünyaya kendi emperyal hâkimiyetlerini kurma ve hatta ilerletme çabasındalar…”

“Bir düşünsenize azizim, hukuk okuduğum yıllarda sınıfımda kırk beş öğrencinin on üçü Ermeni’ydi. Öyle ki Devlet-i Âli Osman ve halifeliği, Türkleri ve Müslümanları karaladılar. Devlet sınırlarımızın içinde ve dışındaki Türklere, Avrupa’ya ve dahi dünyaya bizi karalayan, kötüleyen haberler yaptılar. Arap aydınlar ve bazı ileriyi görebilenler, Osmanlının sömüren değil; güvenlik, dinî ve sosyal hizmetleriyle orada, o topraklarda olduğunu biliyordu. Abdülhamid Han’ın Hicaz Yolu Projesi de Türk-İslam Birliği’ni kurmaya olan inancındandı. Avrupa basını tarafından sürekli karalanan hilafet makamı ve makam sahibi, hiç de bu karalamaları hak etmiyordu. Ben, tüm bunların farkında olan biri olarak Avrupa’ya gelen Müslüman öğrencilere sahip çıkmaya çalıştım. Avrupa’da olan Müslümanlar olarak dinimizin gereklerini yerine getirmek, bir yerde birleşebilmek, toplanabilmek, dayanışma içinde olmak amacıyla cami açılmasına çalıştım. Ömrüm, Devlet-i Âli Osman ve İslam’a hizmetle ve en güzel şekliyle temsil etmekle geçti. Böyle olunca da hep karalandım, kötülendim ve unutuldum… İnşallah ileride anlarlar beni Ahmet Bey.”

Ahmet Bey susup dinlemiş, birkaç söz ettikten sonra müsaade isteyip ayrılmıştı.

Halil Hâlid Bey artık gözlerini huzurla kapatabilir, ağrılar izin verirse uyuyabilirdi. Uzaklardan annesi ve babası çağırıyordu, gecikmek olmazdı, “Çok özledim, bekletmemeliyim.” dedi… Gözlerini kapadı, yanağından yastığına sessizce düşen damlalar, yaptığı duaları dinledi. Sağ yanına döndü, kalbi daha rahattı sanki. Elif gibi yaşadığı hayata, Vav gibi veda etti. Sağa döndü, dizlerini topladı, kalbi rahatlamıştı artık; yatağındayken dahi kulluğuyla son secdesini etti.

Hayattayken değeri az bilinen Osmanlı aydınlarımızdan Halil Hâlid Bey’i rahmet ve minnetle anıyoruz…