Batı Çalışma Cephesinde Yeni Bir ŞeyYok!
Siyaset gerçekten değişiyor mu? Değişiyorsa hangi yönde, ne gibi değişiklikler oluyor? Bunu anlamak için lütfen müsaade buyurun, hikâyenin başına gidelim.
Türkiye Cumhuriyeti, bir ulusal devlet olarak 29 Ekim 1923’te kuruldu. Ulusal devlet, öteden beri var olan dinsel, tinsel, kültürel veya geleneksek bir olgu değildi.
Ulus ismi taşıyan krallıklar vardı; ama bizim 29 Ekim 1923’te kurduğumuz türden bir “ulusal devlet” 1789 Fransız İhtilali’nden önce mevcut değildi.
Ulusların, devletlerarası ilişkilerde bayrak yükselttiği, sınır genişletme, sömürge edinme gibi çıkar savaşları verdiği yüzyıllar boyunca “ulusal krallıkların” varlığından söz edilebilirdi.
Yani mesela İngilizlerle Fransızlar, Yüz Yıl Savaşları’nda (1337-1453) kendi krallarının sancağı altında farklı ulusal kimliklerle savaşmışlardı.
Bu krallıklar, yine erken denizaşırı sömürgeciler olan İspanyollarla ve Portekizlilerle sömürge savaşlarına da girmişlerdi. Ancak bu feodaliteden tam olarak çıkamamış merkezî krallıklara bugünkü anlamıyla “ulusal devlet“ dememiz mümkün değildi.
Ulusal Devlet, kısmen ırki veya kültürel aidiyet bilincine bağlı olarak gelişmiş olsa da, teorisi üretilmiş, iç ve dış politik olmak üzere iki farklı zeminde ve iki farklı zamanda gelişmiştir.
Teoriye göre bir ulusal devletin dış politikası, yani devletler hukuku yanında, içerisi yani kamu hukuku da “ulusal” olmalıydı.
İşte Fransız İhtilalicilerinin, soylu-burjuva-ruhban-köylü-köle eşitliğini sağlamak ve “eşit vatandaş” kimliği tesis etmek amacıyla ortaya attığı “ulusal haklar” kavramı, ulusların bağımsızlığının yanına bir de temsile dayalı “egemenliği”ni eklemiş; böylece 1789’da Fransa’dan başlamak üzere bir “Ulusal Egemenlik” (Hâkimiyet-i Milliye) prensibi ortaya çıkmıştır.
Önceleri sadece vergi mükellefi erkeklerin, sonra yavaş yavaş herkesin ve 20. yüzyılın ortalarında kadınların da oy kullanabildiği bir demokratik gelişim sürecinden bahsediyoruz.