Şiddete Meyletmek, Milletimin Öz Kültürüne İhanettir

İnsanoğlunun en ilkel eylemidir şiddet. Oysaki cevher, istidat, zekâvet, belagat, akıl, kelam, şuur ve idrak gibi sıfatlar tahtında ele alındığında; insandan en uzak olması beklenen ve asla insanlığın tevessül etmeyeceği eylemdir. Şiddet gibi ilkel ve hayvanlara yakıştırılan bir eylemi insanoğlu nasıl bu denli sahiplenebilir.
Yoksa genel fiziki donanım ve ölçütler çerçevesinde insanoğlu diğer mahlûkata nispeten noksan olarak yaratılmıştır denilebilir. Örneğin koku alma duyusu ele alındığında birçok hayvana, bilhassa köpeğe kıyasla bir hayli aşağıda ve dezavantajlıdır. Keza, ağız, çene ve diş yapısı ve kuvveti açısından da diğer hayvanlara, özellikle timsah, kaplumbağa gibi canlılara nispeten pek bir zayıftır. Bu örnekleri görme kabiliyeti olarak kurt, şahin vb. canlılara, işitme kabiliyeti olarak baykuş, yunus ve güve gibi canlılara, el ve pençe kuvveti ve yakalama-parçalama kabiliyeti olarak, aslan, kartal vb. canlılara kıyaslayarak çoğaltabiliriz.
Uçma kabiliyeti verilmiş olan küçük bir sivrisineğin tacizine engel olamayan ve hatta tırnak kadar küçük o mahlûkun, saç telinden ince hortumuyla, kendi kanını emmesine mani olamayan insanoğlu, nasıl oluyor da bütün yaratılmış mahlûkattan üstün ve onlara bir nevi hâkim oluyor? Hatta kâinattaki tüm mahlûkatın, Allah nezdinde bir nevi halifelik ve temsilcilik vazifesini alıyor? Eşref-i Mahlûkat unvanını alabiliyor?
Öyle ya, insana, dünyada diğer mahlûkatın halifeliği görevi ve yetkisi verilmiştir. Zira bu vazifeyi idrak etmiş bir insan, namaz kılarken “Tahıyyat duası” ile kâinattaki diğer mahlûkatın şuurlu ya da şuursuz olarak, fiilen ya da lisanen yapmış olduğu bütün ibadetleri “Ben onlar namına sana takdim ediyorum Ya Rab.” der ve halifelik vazifesini ifa eder.
Çünkü insanlar, hayvanlardan farklı olan ve fiziksel dezavantajlarını örten, hatta diğer canlıların fiziksel avantajlarını kendi lehine çevirebilen akıl, idrak, hayal gibi çok güçlü nonphysical ya da soyut özellikler, kabiliyet ve donanımlar ile teçhiz edildiği için kendisi dışındaki diğer tüm mahlûkata hükmetme yetkisini elde etmiştir. Küçük bir güvercini haberci olarak istihdam etmekten tut, deniz dibindeki yunusa, hatta parçalayıcı aslana kadar emri altına almayı başarabilmiştir.
Bu derecede etkili, âdeta sihirli bir kabiliyete sahip olan, yani akıl ile tenevvür etmiş olan insan, nasıl olur da, hatta ilk yaratılışından bu yana şiddet eylemine tevessül edegelmiştir?
Hem de yaşadığı ve karşılaştığı bir sorunu akıl vasıtasıyla en az zayiatla çözebilecek iken. Oysa hayvan öyle değildir. Neredeyse tüm sermayesi fiziki bedenine verilmiş donanımdan ibarettir. Ve hatta her birisinin bedeninde ayrı ayrı ve ona mahsus alet ve silah ile teçhiz edilmiştir. Aslanın pençesi, sivrisineğin hortumu, yılanın zehri, boğanın boynuzu, arının iğnesi, bazılarının çenesi, dişleri, kimisinin kamçı gibi hortumu, kiminin testere gibi, kılıç gibi burnu vs. Bütün bunlara bakınca sanki şiddet için yaratılan mahlûk hayvandır. Ancak hayvanlar bu silahlarını insanların aksine anlık ve şahsi hissiyatlarının tatmini için değil, yalnızca iki şey için kullanırlar. Birisi hayatlarını tehlikeye atan saldırılar olduğunda hıfz-ı hayat için, yani canını kurtarmak içindir. Diğeri de rızkını temin etmek amacıyla, avlanmak içindir. Bunun dışında hiçbir suretle saldırıda bulunmazlar.
Peki, insanoğlu hangi durumlarda şiddete yöneliyor diye düşünüldüğünde hangi sonuçlar elde edilir? Maalesef hayvanların aksine diğer mahlûkatın saldırından korunmak ve hayatını ikame etmek için değil tamamen haddi aşan güdülerine mağlup olduğu için şiddete meylediyor.
Evet, insanoğlunun his ve arzularına, hayır ve şer kabiliyetine yaratılışça bir had, bir hudut konulmadığı için nihayetsiz hayır işlemeye müstait olduğu gibi nihayetsiz şerre, zulme ve tahribe de müstaittir. O yüzden terakkiyatı, meleklerin de üstüne çıkabildiği gibi tedenniyatı, şeytanların da aşağısına inebilmektedir.
İnsandaki şiddet dürtüsünün kaynağı nedir? Ne ile tehdit edilebilir? Ya da nasıl hayra kanalize edilebilir? İşte esas olan bu sorulara cevap bulmaktır. Bu safhada Yerli Düşünce Dergisi’nin İmam Mâtürîdî sayısında ela aldığım bir bölümü aktarmak suretiyle konuyu bir derece izah etmek isterim.
“Evet, her şeyin bir ideal kıvamı, uyar bir ölçüsü ve mutedil bir derecesi vardır. O kıvamdan aşılmaması, o ölçüden taşılmaması durumunda nizam, intizam, adalet, barış ve sükûnet tesis olur. Bu ideal kıvama vasat denir. Sırât-ı Müstakîm denilen istikametli olmak, şecaat, cesaret, kahramanlık, iffet, hakkaniyet ve hikmetin mezc edilmesi ile meydana gelen ölçü ve adalete işarettir. Keşmekeşlik, değişiklik ve felaketlere maruz olan ve nihayetsiz ihtiyacı bulunan insan bedeninde iskân edilen ruhun yaşayabilmesi için üç tasarım, kabiliyet ve program ihdas edilmiştir. Bunların birincisi, menfaatleri elde etmek için verilen hayvani bir içgüdü olan şehvettir. İkincisi, zararlı şeyleri def için verilen hiddet ve gadaptır. Üçüncüsü, zarar ve menfaati, iyi ve kötüyü birbirinden ayırabilmesi için verilen, akıl melekesidir.
İnsandaki bu üç ana program, tasarı ve kabiliyete sosyal düzeni iğfal etmemesi ve taşkınlıklara sebep olmaması için Allah, Kur’an-ı Kerim’inde hukuki ölçüler belirlemişse de, yaratılışta bir sınır ve bir hudut konulmamıştır. Bu yüzden, bu kuvvetlerin her birisi, ifrat, tefrit, vasat olarak üç mertebeye ayrılırlar. Mesela, şehvetin tefrit mertebesine humud denir. Ne helale ve ne de harama talebi, iştihası yoktur. İfrat derecesi de fücurdur. Malları gasp edecek, namusları ve ırzları ayakaltına alacak kadar ileri gider. Vasat derecesi ise iffettir. Yani kendisine helal olanlara isteği ve şehveti vardır, haram olana yoktur. Burada şunu da belirtmekte fayda var ki, şehvet kuvvesi sadece cinsel arzuyu temsil etmeyip; yemek, içmek, uyumak ve konuşmak vs. gibi birçok fer’isi vardır ve hepsinde mezkûr üç mertebe mevcuttur.
Yine gadap ve hiddetin tefrit derecesi, ürkekliktir. Yani korkulmayan şeylerden bile korkar. İfrat derecesine tehevvürdür denir. Yani ne maddi ne de manevi hiçbir şeyden, hatta sonsuz kudret sahibi olan Yaratıcı’dan da çekinmez, âdeta şeytanlaşır. Bütün istibdatlar, diktatörlükler, zulümler bu mertebeden hâsıl olmuştur. Vasat mertebesine de şecaat denir. İnancının, milletinin, vatanının, ailesinin, kendisinin hukuku ve hakkı için canını feda ederek şehadete yürür, ancak meşru olmayan hiçbir iş için çaba sarf etmez. Tüm yiğitlik, kahramanlık, cesaret vakıaları gadap kuvvesinin istikametli mertebesinin mahsulüdür. Hakeza bu gadap kabiliyetinin de birçok füruatı olmakla birlikte her birisinde bu üç mertebenin yeri mevcuttur.’’
Tıpkı, çok muhteşem özelliklere sahip ve içerisine son teknolojiye sahip bilgisayar yerleştirilmiş bir robotun en verimli ve zararsız şekilde nasıl kullanılacağını anlamanın en kolay ve kusursuz yolunun, onu icat edenin yazmış olduğu kılavuzu okumak gibi. Çünkü yapan bilir, bilen konuşur. Tüm mevcudatı, mahlûkatı olduğu gibi insanoğlunu da yaratan Allah’ tır. Yaratıcı da insanın şahsi ve sosyal hayatının en huzurlu, intizamlı devamı için tıpkı kullanma kılavuzu gibi kılavuz bir kitap ve kılavuz bir elçi göndermiştir. O kitap, Kur’an-ı Kerim; O elçi de Hz. Muhammed (a.s.m.)’dir.
Bakalım o kılavuzlar neler aktarıyor:
“Şu üç şey kimde bulunursa, Allah, onun hesabını kolay kılar ve onu cennete koyar: Sana vermeyene ver, sana gelmeyene git (yani senden ilgi kesenle ilgi kur) ve kötülük yapanı affet.” (Müsned, IV, 154)
“Ey iman edenler, hep birden barışa girin. Sakın şeytanın peşinden gitmeyin, çünkü o, apaçık düşmanınızdır.” (Bakara 2/208)
“Birbirinizi sevmedikçe gerçek mümin olamazsınız.” (Müslim, İman, 93; Ebu Davud, Edeb, 131; Tirnıizi, Sıfatu’I-Kıyame, s. 4)
“Eğer iyi geçinir ve Allah’tan korkarsanız, şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (Nisa, 4/128).
“Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız.” (Buhari, Edeb, 27; Müslim, Birr, 67)
“Şayet sen kaba ve katı yürekli olsaydın hiç şüphesiz etrafından dağılıp giderlerdi…” (Âl-i Imran, 159)
“(Ey Musa!), seni kendim için elçi seçtim. Sen ve kardeşin birlikte ayetlerimi götürün. Beni anmayı ihmal etmeyin. Firavuna gidin. Çünkü o, iyiden iyiye azdı. Ona yumuşak söyleyin. Belki o aklını başına alır.” (Taha, 41-43)
“Müslüman’ın, kardeşini hor görmesi ona kötülük olarak yeter.” (Müslim, Birr, 32)
“Müslüman kardeşine tebessüm etmende senin için sadaka ecri vardır.”, (Tirmizi, Birr, 36)
“Söz ve davranışlarında ileri gidip şiddete yönelenler helâk oldular.” Resûl-i Ekrem bu sözü üç defa tekrarladı.
Bunlar gibi ayet ve hadisler şiddet, haddi aşmak gibi eylemlerin çirkinliğinden bahsedip, şiddeti engelleyen ve gadap duygusunu hayra kanalize eden yöntemleri tadat etmiştir. Birbirini sevmek, iyi geçinmek, firavun gibi en kötü bir düşman ile konuşurken bile yumuşak dil ile söylemek, insanlarla tebessüm ederek muhatap olmak, kötülüğü affetmek, kaba ve kötü yürekli olmamak gibi şiddeti önleyici talimatlar, insanlığın kullanma kılavuzu olan Kur’an ve hadislerde açıkça ve defalarca belirtilmiştir. Karşındakine şiddet uygulamak bir yana, hor görmenin bile kötü olduğu anlatılmıştır.
Bir karıncayı dahi bilerek incitmeyen, kıyamet günü de olsa ağaç dikmeyi bırakmayın diyerek canlılara bu derece şefkat besleyen bir dinin bin yıldan fazla süredir bayraktarı olan bu asil millete şiddet yakışmaz. Biz ki zalimin şerrinden kurtulmak için sığınılan, merhamet kucağı olmuş bir milletiz. Şiddet eylemi bizim malımız değildir. Olsa olsa eğlence anlayışı, arenalarda insanlara ve hayvanlara şiddet ve eziyet ederek, çektikleri acıları izlemek olan bir kültürün malıdır. Ey bu vatan evlatları, size ait olmayan ve içimize bir zehir gibi sokulan bu metaı terk ediniz. Elimizdeki elmasları alıp, yerine cam parçaları verenlere kanmayanız. Sizin neslinizden, kültürünüzden, imanınızdan miras kalan helal malınız şefkattir, merhamettir, adalettir. Bunları verip, sizin olmayan zulüm ve şiddeti almayınız, aldanmayınız.